1 Aralık 2012 Cumartesi

21 Aralık 2012-Yola Işık Düşünce


21 Aralık 2012 için çok şey söylendi. Ben de benim perspektifimden görünenleri yazmak istiyorum. İlk olarak 2010 yılında Susan Miller’ın ülkemizde bir felaket olabileceği tahmini üzerine yazdığım yazının bir bölümünü kopyalıyorum.

“Aslında çoğunuz biliyorsunuzdur, bu çok çok eski bir bilgi. En kısa gün 21 Aralık günü, en uzun gece de o gece. Işık karanlığı o gece yenmeye başlıyor. Ama yeniden doğuş 25 Aralık sabahı. Çünkü 22, 23 ve 24 Aralık’ta güneşin doğduğu yer sabit kalıyor. Ancak 25 Aralık sabahı yeniden kuzeye doğru ilerlemeye başlıyor. (24 Aralık) Vatikan’ın İsa’ya … seçtiği doğum günü, o zamanlar Hristiyanlık’tan çok daha yaygın olan Mitraizmin ulu kişisi Mitra’nın doğum günü. Aynı tarih Horus ve Dionysos için de geçerli. Bu son 3’ü de, 21 Aralık’ta ölür, ve 25 Aralık’ta yeniden doğarlar…..Aslında hissettiğimiz bu. Yani karanlık korkusu. Herkeste bir son şans hissi var. Ama bu doğru değil, daha birçok “son şanslar” da olacak. Bu korkuları beslememek lazım. Biz korktukça, kolektif bilinçte, evrensel logosta neşe, sevinç ve mutluluk oluşmasını engelliyoruz. Gerçi bu ara bazı toplu göçler de olabilir, göçmek isteyenler için çok eskiden beri gündönümleri ve dönenceler zaten uygundur. Ama istemeyenler gitmeyecek, merak etmeyelim… Bir çok sahte guru, insanları kıyametle korkutuyor. Bir çok din ve öğreti sadece kendi yollarını izleyenlerin kurtulacağını iddia ediyor. Çünkü kıyametin ve kıyamete hazırlık kurslarının çok büyük bir katma değeri var, ve bir çokları bundan nemalanıyorlar. Ancak ne bu 21 Aralık son şans, ne de bundan sonraki tarihler. Son andaki tövbe ve şehadet bile yeterli. O yüzden korkmayalım…”

Son zamanlarda birçok değerli arkadaşım, ve tanımadığım halde değerli bulduğum yazarlar, bu konuda yazdılar.

Genel yaklaşımı özetlersem, beklenenler,  bir şeylerin değişeceği, ama depremler, tsunamiler gibi fiziksel uygarlığımızı yıkacak doğal afetlerin olmayacağı, bunun bir bitiş değil, bir başlangıç olduğu, yeni bir bilincin aşama aşama devreye gireceği, ve uygarlığımızı ve bizi değiştireceği tezi.

Benim de yaklaşımım buna paralel. Ama bazı konularda farklı düşünüyorum.

Birincisi, realiteyi ortak iradelerimizin şekillendirdiği meselesi.  Secret, kuantum gibi yaklaşımlar bana makul gelmiyor. Çünkü hem bilinçaltımızın etkisini, hem de realiteyi asıl etkileyebilenin, ortak iradelerimizin bir bileşkesi olduğunu yok sayıyorlar. Daha önce de yazdım, olumlu düşünmek iyi bir şey. Ama her zaman olumlu düşünemiyoruz. Ve kendi başımıza olumlu düşünmemiz, realiteye ancak kendimize hâkimiyetimiz kadar katkı yapabiliyor. Bu yüzden kendi adımıza yapabileceğimiz en zekice şey, olumsuz düşünmeyi durdurmak. Burada sadece gelecekle ilgili endişeleri bastırmayı kast etmiyorum, başta kendimiz ve hayatımız olmak üzere, herkes, her şey ve her konuda yargısız olmak, olumsuz sandıklarımızın da, aslında bizim de oyumuz ve payımız olan, ortak iradenin bir kararı ve yansıması olduğunu kavramaktan bahsediyorum. Bu sorumluluğu almaktan, ve olan her şeyin, bizim de parçası ve paydaşı olduğumuz büyük iradenin tecellisi olduğunu hazmetmekten.

Bununla uyumlu olarak, başımıza gelenler ve gelebilecek olanlar, Galaktik hizalanmayla ilgili, ya da Ulu Yaratan’ın takdiri değil, bizim ortak irademizle verdiğimiz kararlara ve yaptığımız seçimlere bağlı. Bu yüzden figüran değiliz, oyun doğaçlamalarımızın yönlendirdiği, sonu belirsiz bir metin üzerinden akıyor.

Eğer 21 Aralık senaryolarına dönersek, burada da ortak bir irade söz konusu. Birlikte yaptığımız bir seçim var. Bu seçimi henüz bilmiyoruz. Ama yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Dolayısıyla, ne hiçbir şey olmayacak diyebiliriz, ne de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyebiliriz. Birçok farklı senaryo hala mümkün. Ve bizim irademiz de bunu şekillendirmeye devam ediyor. Ama bundan sonra çok büyük değişikliklerin olması pek mümkün değil.

Ayrıştığım ikinci konu, karanlık dönemle ilgili. 36-60 saat sürecek güneşsiz bir dönem, ya da 3 ay, ya da 50-200 yıl sürecek bir karanlık enerji dönemi gibi tezler var. Bunlar artık seçilen senaryolarda yok. Bu senaryolarda  iklim, bitkiler, hayvanlar ve insanlar için çok zor bir dönüşüm vardı, ve bunlar gerçekleşmeyecek.

Ama, ortak seçimlerimizin bir tezahürü olarak, bir süre boyunca dünyaya gelen enerjiler değişecek. Alışık olduğumuz destekler ve engeller duracak. Zaten yavaşlamaya başladılar. Enerji çalışmalarının, meditasyonların, hatta duaların eski dönüştürme güçlerinde bir azalma var. Bu konulardaki isteksizliğin temelinde de bu var. Yaklaşmakta olduğumuz sıfır noktasını ya da nötr bölgeyi deneyimleyeceğiz. Bahsedilen karanlık sadece bu ve bunun olası elektromanyetik sonuçları. Bu tam 21 Aralık gece yarısı, ya da 22 Aralık sabah güneş doğuşuyla başlamayabilir. Ama bu konuda o kadar çok beklenti var ki, başlayabilir de…  Ne gün başlarsa başlasın bu olacak, ve o güne kadar destek almak için vaktimiz var.

Sıfır noktası ya da nötr bölge denen dönemde tam anlamıyla kendi başımıza olacağız. Zaten bir süredir bunu hissediyoruz. İnsanlar, aidiyetler, alışkanlıklar artık eski anlamını yitiriyor. Bağlantısızlık hissi gittikçe artıyor. Bazılarımız özgürlük zannediyoruz, bazılarımız yalnızlıktan korkuyor, bazılarımız tahammüllerini yitirdi.

Bu öyle bir dönem olacak ki, artık değişemeyecek, dönüşemeyeceğiz. Monizm ve düalizm kopmaya başlayacaklar. Bugüne kadar yapabildiklerimiz bu dönemde bizi kategorilere ayıracak. Kendisini tanıyamamış, dönüştürememiş, kendisine söz geçirme gücünü arttıramamış olanlar, bu kendi başınalıkta çok zorlanacaklar. Kendi gücüne sahip çıkmış olanlar da başkalarına hizmet edebilme oranlarına göre ayrışacak.

Bu dönemin sonunda, yeni bir bilinç ve farkındalığa ulaşacağız. Ve kendi gücüne sahip çıkmış olup, başkalarına hizmet etmeyi öğrenmiş olanların hâkim olacağı yeni bir uygarlığı, yavaş yavaş kurmaya başlayacağız.

Üçüncü konu, temas meselesi. Yine ortak irade meselesine döneceğim. O gün Şirince, ya da Fransa’da bir köy, Sedona dağı,  Machu Picchu, Kudüs, Gize piramitleri gibi bölgelerde uzaylıları ya da kurtarıcı Mesih’i, ya da teleskoplarla Marduk’u bekleyenler olacak. Bu kadar çok insanın beklentisi tabii ki önemli. Ama dünyanın başka yerlerinde olup, kendi gücüne sahip çıkıp başkalarına hizmeti seçmiş diğer insanların ortak iradesinde eğer bu yoksa, bu da olmayacak.

Bununla beraber, enerjilerin durduğu dönemde ya da hemen sonrasında, fiziksel olmasa bile, bir temasın kurulacağını düşünüyorum. Uzay gemileri, gezegen, ya da gezegen şeklinde bir uzay gemisi meselesi değil bu. Ortak bilinç seviyesindeki yükselişin hazırladığı bir asgari nedeniyle, artık mümkün olan yeni bir iletişim modu.

Ama burada herhangi bir zamanda, herhangi bir coğrafyada bulunmanın sağlayacağı ilave bir fayda yok. Enerjilerin durduğu zamanda, kendinizin neresinde olduğunuz önemli sadece…

Son olarak, bana o gün ve sonrasında neler planladığımı soran çok kişi var. Ben asla bir bitiş olmadığını, ama muhtemelen bir başlangıç olabileceğini düşündüğüm 21 Aralık tarihini şahsen çok önemsemiyorum. Ama o kadar çok insan önemsiyor ki, ortak iradeye saygım nedeniyle, o gün temkinli olacağım. Ne Şirince, ne de çiftlik. Evimde ve ailemle olacağım. Eşim işe, çocuklarım da okula gitmez belkiJ… Ama yılbaşı ve sonrası programlarıma devam ediyorumJ

Neşeniz, bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat Bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık,

Korkut

PS: Bu metni her yerde ve herkesle, link vererek paylaşabilirsiniz…

20 Temmuz 2012 Cuma

Yola Işık Düşünce 20.07.2012

Hayatımızdaki sevgi azaldı. Her susadığımızda sevgi içebildiğimiz musluklar tıkalı gibi. Her şımardığımızda açılan kucaklar, her özlediğimizde açılan kollar, biz istemeden, talep bile etmeden ilgi ve sevgi alabildiğimiz güvenli limanlar kapalı. Bazılarımız çok sevdiklerini kaybetti, bazıları terk edildi, bunlar da büyük sevgi kayıpları, ama bahsettiğim başka bir şey.

Neden bilmiyoruz ama, en yakınlarımızdan eski sevgi desteğini alamıyoruz. Belki nedeni biliyoruz, belki tahmin ediyoruz, hatta belki de neden böyle olduğunu karış tarafa soruyoruz bile… Ama yanıtlar yetersiz geliyor. Mantıklı olmayan bir sevgi azlığı var.

Biz sevgi verebiliyor muyuz? Hayır, bizim kaynaklarımız da kapalı. Havuz problemindeki dolduran musluklar beslemeyi durdurunca, biz de stokları korumaya aldık, boşaltan muslukları kıstık sanki.

Bencillik içinde değiliz, sevdiklerimize görevlerimizi yerine getirip, rutin paylaşımları yapabiliyoruz. Ama çok içimizden gelmiyor, hatta bazen hiç içimizden gelmiyor. Yine de kaçmıyoruz, kaçasımız var, ama kaçmıyoruz. Otomatik pilot, robotik tepkiler ve melekelerle sevdiklerimizin yanındayız. Ama hiç kimsede, birbirinin hayatını nedensizce güzelleştirecek enerji kalmadı.

Yalnızlık hissi de var. Kalabalıklar içinde, buluğ çağı yalnızlık şarkıları söylüyoruz içimizden. Kimsenin bizi bizden fazla sevebileceğine inanmadığımız, ama birilerini kendimizden çok sevme ihtiyacı içinde olduğumuz o zamanların duyguları yine hâkim.

Bunun farkında olanlar çözüm arıyor. Yeniden sevgi akarsularının parçası olmak için çaba gösterip, hem kendilerini, hem sevdiklerini sorguluyor ve değişmeye çalışıyorlar. İşleri zor, çünkü bunun için sevdiklerinin de durumun farkında ve sevgi iletişimini yeniden başlatmaya istekli olmaları lazım.

Farkında olmayanlar, melankolik ruh hallerini açıklayamıyorlar. Yaz ve güneş varken, neden bir türlü canlanamadıklarını, enerjisizliklerini, eğlencesizliklerini anlayamıyorlar.

Sorun sadece bir sevgi sorunu. Yeterince paylaşılmıyor. Oysa ben hep sevgi paylaştıkça çoğalır yazarım, bu kez paylaşılmadığı için azalıyor.

Neden böyle oldu? Ve ne yapabiliriz?

Birincisi, değişim ve seçim zamanı olduğunu söylemiştim. Seçimlere zorlanıyoruz, bunun için Tanrı olan parçamız, Tanrı’nın biz olan parçası bizi konfor bölgesinden çıkarıyor. Sevgiden beslenirken, statükoyu değiştirme cesareti bulamayacağımız için bu sığınma noktası geçici bir süre için kapanıyor.

İkincisi, bazı ilişkilere, sadece “elde var bir sevgi” nedeniyle tahammül etmek ya da etmemek kararına zorlanıyoruz. Sevgisiz hallerini görünce, bu ilişkileri çok daha objektif olarak görebileceğiz.

Üçüncüsü, kendimize olan sevgimizden güç almayı öğrenmemiz gerekiyor. Başkalarından, yakınlarımızdan gelmese de, kendimizden ve Ulu Yaratan’dan gelen sonsuz ve koşulsuz bir sevgi var. Bir an bile olsa, bu sevgiyi deneyimleyebilsek, birer birer insanların, hatta insanların toplamının sevgisinin ne kadar cüzî olduğunu fark edebileceğiz.

Yapılacak çok şey yok. Bu bir değişim süreci. Ruhumuz öğrenecek, deneyimleyecek, biz de izleyeceğiz. Bugüne kadar sevgisini kabul etmediğiniz insanlardan medet ummak iyi bir seçim olmayabilir. Ayrıca aramızda sevgi ilişkisi olmayan insanlardan gelen ilgi ya da cinselliğin sevgi boşluğunu doldurmayacağını da anlamak lazım. Ama arada sevgi varsa durum farklı, değişimimizi hızlandıracak bir güç desteği alabiliriz.

Asıl odaklanılması gereken, kendinize duyduğunuz sevgiden beslenmeyi öğrenmek. Kendinizi çocuğunuzmuşsunuz gibi sevmek. Ve Ulu Yaratan’ın, siz de dahil, bütün yarattıklarına sunduğu sonsuz ve koşulsuz sevgiden beslenmeyi öğrenmek. Onun çocuğu olduğunuzu fark etmek.

Sevgi, paylaştıkça çoğalır…

KOrkut



Bu metni referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…


22 Mayıs 2012 Salı

Yola Işık Düşünce 22.5.2012

‎20 Mayıs'taki tutulma, Güneş'in ve Dünya'nın manyetik değişimlerini hızlandırdı... İkisinde de daha önce görülmemiş şeyler oluyor ve olacak. Enerjiler, aradaki tutulma ve transitler de önemli olsa da, çok önemli bir tarih olan 21 Haziran'a kadar dengesizce sallanacaklar. Bütün frekanslar sallantılı olacak, Schumann, sesler, görüntüler, şifa enerjileri ve her şey. Başlar dönecek, kan değerleri oynayacak, bioritmler bozulacak. Bu nedenle, sizler de dengesiz hissedebilirsiniz. Yapılacak şeyler, başta toprak olmak üzere, dört elementin hepsinden beslenmek ve kopmamak, denge çalışmaları yapmak, zaten uyum sorunu yaşayan bedeni zorlamadan ve baskı altına almadan mutlu etmek... Alarm çalmaya başladı, bazıları çalmadan uyandı, bazıları seslerle, bazılarına tekrarlayan alarmlar lazım. Bu bir başlangıç, ve sürecek, ama hala bildiğimiz dünyada ve insanız, bu yüzden dünyada dünyalı gibi yaşamaya devam:)))

Neşeniz, bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat Bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık,

Korkut

Bu metni mümkünse linkiyle, ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

1 Mayıs 2012 Salı

5-6 MAYIS 2012, HAFTASONU


Aslında hergün, her saat ve her an önemli. Ama daha önce Kadir gecesi için de yazmıştım, bazı günlerde, büyük kalabalıkların ortak dilek ve niyazlarla içlerine ve evrene yöneldikleri günlerde, bireye de, parçası olduğu kitleye de daha büyük bir faydası olan bir sinerji doğuyor. Bu hafta sonu tam da böyle bir zaman.

Bizim coğrafyamız açısından bakarsak Hıdrellez. Hızır ve İlyas peygamberlerin genelde su kıyılarında buluşup, bolluk ve bereket dağıttığı gün. Yazın gelmesi, ateşin ve ışığın yükselişi anlamlarıyla bütün Türk dünyasında kutlanan, herkesin evrenin kaynaklarından paylarına düşeni talep ettiği, coşkulu, kutlamalı, doğayla içiçe bir bayram. Gül dalı, su kenarı ya da yeşil yapraklar içindeki dileklerin, gün doğumundan önce toplandığı ve değerlendirildiğine inanılan bir zaman noktası. Her yıl olduğu gibi, 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, 6 Mayıs gün doğumundan hemen önce, ve 6 Mayıs’ta gün boyu kutlanacak.

Budizm açısından bakarsak Wesak. Gautama Buddha’nın doğumgünü. Farklı Budist geleneklerde farklı yorumlar da olsa, artık Mayıs ayındaki dolunayda kutlanması genel kabul gören bir bayram. Bu yıl, dolunayın yerel gözlemlerine göre, Singapur, Sri Lanka ve Kamboçya’da 5 Mayıs’ta, nüfus olarak çok daha kalabalık bir toplam olan Endonezya, Nepal ve Hindistan’da 6 Mayıs’ta kutlanacak. Wesak bayramında, Budistler şafaktan önce mabetlerinde toplanıyor ve ibadete başlıyorlar. Dinlerinin bütün gerekliliklerini yerine getirdikleri bir oruç günü gibi, gün boyunca ibadet ediyorlar. Zor durumdakilere daha çok yardım edilen, ışıklandırmalarla Buddha’nın aydınlanması ve aydınlatmasını kutladıkları, onlar için çok önemli bir ibadet günü…

Astrolojik açıdan, Boğa burcunda gerçekleşen Akrep dolunayı. Dolunay, 6 Mayıs sabahı 06:36’da tamamlanacak, ve üzerine Akrep’in güneşi doğacak. Benim gibi bir amatörün, astroloji okyanusunda derinlere dalması komik. Ama güvendiğim bazı astrologlara göre, coşku ve kutuplar arasında gidip geleceğimiz bir bitiş zamanı. Eril ve dişil, cesur ve korkak, gergin ve huzurlu, abartılı ve sakin yanlarımız arasında gidip gelebileceğimiz bir süreç. Ama Akrep dolunayının arkasından doğan güneş farklı. Aydınlıktaki karanlığın azalmaya başlayacağı bir süreç başlayacak. Dişil, erili affedince, birlik güçlenecek, ve karanlıklar aydınlığa çıkacak.

Muhakkak, bilmediğim başka anlamları da vardır, ama sadece bu 3 bakış açısı bile Pazar sabahı, güneş doğmadan önceki zamanı, ve sonrasındaki güneş doğuşunu önemli hale getiriyor. Türk dünyası, Doğu’daki kalabalık Budist nüfusu, ve astrolojiyi rehber kabul edenler, aynı gün ve saate bu kadar çok anlam yükleyip, bu saatlerde, bolluk ve bereketi, huzur ve mutluluğu, sağlık ve neşeyi, sevgi ve ışığı dileyecekler.

Ben de yapacağım ve size de öneririm. Tek sorun hafta sonlarında kendimizi zehirleme eğilimlerimizin J artması, ben şimdiden detoksa girdim bile…

Neşeniz, bilir.
Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.
Maksat Bir, rivayet muhtelif.
Sevgi ve ışık,
Korkut
Bu metni mümkünse linkiyle, ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

12 Nisan 2012 Perşembe

DUAM...

27 Nisan 2010’da Facebook’ta notlarımda paylaşmıştım. Gerçi sonunda Korkut Keskiner referansıyla paylaşmanız şart değil desem de, birçok yerde adım geçmeden, anonim bir yazıymış gibi, birkaç yerde de, sanki yazanların kendi önerileriymiş gibi bu metinle karşılaştım.
Aslında herşey çok basit ve biz karmaşıklaştırıyoruz. Benim işim basitleştirmek. Bu yüzden, kendi duamı blogumda da paylaşıyorum:
Çoğu insan bana kişisel olarak nasıl bir çalışma yaptığımı soruyor. Bugüne kadar geçiştiriyordum, ama şimdi anlatmam gerektiğini hissediyorum.
Sessiz ve sakin bir yerde, tercihen uzanırken, iki elimi vücuduma simetrik olarak yerleştiriyorum. Bir süre enerjimin yükselmesini bekliyorum. Sonra söylediğim her sözcüğün gerçek anlamına odaklanarak, virgül ve noktalarda duraklayarak, gerektiği yerlerde imgeleyerek şunları söylüyorum:
“Bütün isimleriyle Ulu Yaratan’ın, ismi, izni ve inayetiyle,
Allah’ım,(ya da Rabbim veya Tanrım, ona en çok hangi ismi yakıştırıyorsanız)
Aidiyetim sanadır.
İbadetim sanadır.
Yolum sanadır.
Hizmetim sanadır.
Senden geldim, ve sana döneceğim.
Her an bendesin, her an sendeyim.”
Sonra bir süre kendimi bırakıyorum. Zihnime bazı düşünceler gelse bile onları izlemiyorum. Ben olan Tanrı’dan, Tanrı olan benden, güç ve enerji talep ediyorum. Bir süre de böyle bekliyorum. Bu sırada bazen başımın ve/veya vücudumun çeşitli bölgelerinde hareketlilikler de olabiliyor.
Sonra, kendim, ve küçük ailem için, “bolluk ve bereket, huzur ve mutluluk, sağlık ve neşe, sevgi ve ışık” diliyorum. Sonra yakınlarım, sevdiklerim, sonra ülkem, ve son olarak bütün insanlar ve insanlık için aynı şeyleri diliyorum.
Bu kadar. Ellerimi kaldırıyorum ve bitiyor. Toplamda 5 dakika kadar. Sonrasında, kendimi tazelenmiş, güçlü, huzurlu ve farkında buluyorum.
Bunu bazen günde 3-5 kez yapıyorum, bazen daha az. Aslında ibadet ritüellerinin anlamları, ve biçimlerinde bir içerik de var. Kurallar var, esneklikler de var. Ama “ilim bir noktaydı, insanlar onu çoğalttılar”da olduğu gibi, basitlik bana daha cazip geliyor. Kuran’da namaz için günde sadece 3 vakit var, güneş doğarken, güneş batarken, ve gecenin tam ortası. Bu vakitlerde yapmaya çalışıyorum, ama tam uymuyor bazen, çok da önemli değil. Bazen da sadece tam öğle vaktinde yapıyorum.
Lütfen bunun deneyin. Eğer memnun kalırsanız, istediğiniz yer ve zamanda başkalarıyla da paylaşın. Korkut Keskiner referansını da paylaşırsanız sevinirim, ama şart da değil.
Neşeniz, bilir.
Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.
Maksat Bir, rivayet muhtelif.
Sevgi ve ışık,
Korkut
Bu metni mümkünse linkiyle, ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…


6 Nisan 2012 Cuma

EVLİLİK VE ÜÇ SORU

Sanırım ilk olarak İtalyan bir arkadaşıma anlatmıştım. Walkman’inde Coşkun Sabah dinleyen bir İzmir levanteniydi. Evlenmeyi düşünüyordu. Ve bana mutlu evliliğin sırrını sormuştu. O zamanlar, yani 10 yıl önce, çok popüler olan erkekadam.com’da bu konuda bir yazı yazmıştım, ve okumasını önerdim. Erkeklere hitap eden bir mecrada, erkeklere hitaben yazılmış bir yazıydı. Aşağıya kopyalıyorum:

Mutlu evli çift vardır. Biz mutluyuz. Beş yıla geliyoruz, ve evli ve çocuklu olanlar bilirler, birinci ve sonra ikinci çocuk bunalımlarını da aştık ve gün geçtikçe birbirimizi daha çok seviyoruz. Kritik olan ve burada tartışmak istediğim şu: Sadece birbirimizi daha çok seviyor olmamız bizi mutlu tutmaya yetmez ve ikimiz de bunu biliyoruz.

Öncelikle şunu kabul etmek lazım. İnsanlar yanlış insanlarla evleniyorlar. Çünkü evliliğin gerçekte ne olup olmadığı konusunda, kendilerinin ve müstakbel eşlerinin gerçek bir evlilikte nasıl roller benimseyecekleri konusunda bir fikirleri yok. İkincisi, çoğu yalnız başlarına bir süre yaşamadıkları için, ailelerinin empoze ettiği değerler bütünüyle, kendi değerler sistemlerini oluşturmadan evleniyorlar. Yani henüz birey olmadan, bireylik hak ve kimliklerinin sınırlarını keşfetmeden, “aslında” kim olduklarını öğrenmeden, neyin onlar için vazgeçilmez, neyin uzlaşılabilir olduğunu bilmeden. Üçüncüsü, karşı cinsi yeterince tanımadan evleniyorlar. Bahsettiğim tanımak karşı cinste hangi özellikleri istediğini bilmek değil, hangi özellikleri istemediğini bilmek. Yani en azından bir kaç ciddi ilişki sonrası, partnerlerini neden “artık” beğenmediklerini, neden “o insan” olmadıklarını fark etmek, ve sonraki ilişkilerde bu dersleri unutmamak. Dördüncüsü, insanlarla değil, imajlarla evleniyorlar. Gece uyandıklarında, uyurken bir bebeğe benzeyen ve bu yüzden yanağını okşayıp üstünü örtmek isteyecekleri biriyle değil, ulaşılmaz bir ciddiyetle “cool” ve mesafeli duranlarla. Sevdikleri değil, toplumun saydığı insanlarla. Konuşacakları değil, sevişecekleri insanla. Daha da ilginci, son yıllarda, fiziği güzel olanla değil, imajı parlak olanla. Nedensiz, nasılsız, sadece kim, ne zaman ve nerede sorularıyla.

Aslında bu kimsenin suçu değil. Maalesef, gördüğümüz evlilikler genelde mutsuz oldukları için, bu konuda “bir şeylerin yapılabileceğini”, evliliklerin çabayla daha iyi, terim size garip gelebilir ama, daha başarılı bir hale getirilebileceğini bilmiyoruz. Zannediyoruz ki, evlenmeyi düşündüğümüz insan bir piyango bileti, büyük ikramiye de çıkabilir, “gelecek sefere” umut da bağlanabilir. Kişisel tasarruf yok, herşey külli iradenin kapsamında. Ama öyle değil. Seçim tabii çok önemli, ama aslolan sizin vereceğiniz emek. Bence her şey geçtiğimiz yıllarda, Gülriz Sururi’nin programına çıkan Güneri Civaoğlu’nun söylediği bir cümlede saklı: “Karım bana kendisini sevmem için her gün yeni nedenler veriyor.”

Bütün ilişkiler bir süre sonra, insanın doğasındaki bencillik yüzünden yıpranıyor. Bütün sevgiler eskiyor. Kısır döngüler ilişkiyi yeniden üretme yeteneklerini iğdiş ediyor. Elindeki asgariler insanın aç doğasına hiç yetmiyor. Bunun nedeni şartlandığımız ve bilmeden belki de dini ve ahlaki değerlerden bile daha sofu ve kayıtsız ve şartsız benimsediğimiz “terazi” kavramı. Yani aldığımızla verdiğimizin dengesi. “Almadan vermek Allah’a mahsus” gibi şartlanmalar. Terazide gözünüz hep karşı tarafın kefesinin sizin kefenize göre ne kadar dolu olduğunda. Burada da kalmıyor bu tıkanma. Bir süre sonra aldığınız ve verdiğinizin dengesi de önemini yitiriyor ve “önce almak, sonra vermek” şartlanması ve bitiş başlıyor.

Evlilik, belki unutanlar vardır, kuruluşu ve tasfiyesi açısından, hatta günlük işleyişin ve üye ya da ortakların arasındaki ilişkilerin kanunlarla düzenlenmesi nedeniyle, şirketler, dernekler, teşkilatlara çok benzeyen gibi bir kurum. Ortak çıkar ve amaçların olduğu, bunlara ulaşmanın ortak metotlarla denendiği bir işbirliği. Saint-Exupery’nin tarif ettiği aşk kavramına paralel, “aşkın göz göze bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmak olduğu” bir ilişki. Ortak amaç, Dali ve Gala’da olduğu gibi bir dahinin desteklenmesi de olabilir, ikisi de memur çocuğu olan genç profesyonel bir çiftin ya da bunlardan birinin sınıf atlaması da. Ortak çıkar, evliliklerinin başarısız olduğunu kimsenin kolay kolay iddia edemeyeceği hanım politikacımız ve iş adamı eşi gibi şahsi servetlerini arttırmak da olabilir, pazar magazinlerinde ve sosyete dergilerinde gördüğümüz çiftlerin, “cemiyet hayatında” görünerek yarattıkları ekonomik ya da cinsel potansiyel de. Bu ortak amaç ve çıkarları, ve bunlara ulaşılacak yol planını eğer tarafların ikisi de benimsiyorsa, o evlilik başarılı bir evliliktir. Başarılı evliliklerin mutlu olması şart değildir. Ve genelde, eşler, bazen mutlu olmasalar da, istediklerine kavuştukları için başarılı evliliklerden şikayet etmezler.

Mutluluk ise üzerinde bir çok filozofun fikir yürüttükleri bir kavram. Bence evliliğe en uygunu, bir önceki paragrafla uyum da sağlaması nedeniyle, “başarı istediğini elde etmektir, mutluluk elde ettiğini istemeye devam etmek” tanımı. Elde ettiğinizi istemeye devam ediyor musunuz? O zaman mutlusunuz. Artık istemiyor musunuz, pekiyi o zaman istemeye devam etmek için ne yaptınız? Kritik nokta Civaoğlu’nun noktası. Siz ilişkiyi beslediniz mi? Çiçeği suladınız mı? Benim kişisel katkım da şu: Bütün ilişkiler bir süre sonra kısır bir döngüye dönüşüyor. Eğer, egonuza yenilir ve “ben onu mutlu etmek için bu kadar fedakarlık yaptım, sıra onda” ve “neden ben, o yapsın” tuzaklarına düşerseniz, negatif kısır döngü girdabına girer ve kesinlikle mutsuz olursunuz. Kısır döngüyü siz yaratın, ama pozitif olarak. Aslında bu da bir alışveriş, ve burada da bir terazi var. Ama, herkes kendi kefesini dolduracağına, siz onun kefesini doldurun o sizinkini. Dengeyi böyle kurmaya çalışın. Yani “onun beni mutlu etmesini istiyorum, beni mutlu etmek için kendisini borçlu hissetmesini istiyorum, o halde onu nasıl mutlu edebilirim” kısır döngüsüne girin. Bu karşılıklı olsun. Olmazsa, karşınızdaki buna karşılık vermezse, zaten yazının başındaki yanlışlardan birini yapmış ve yanlış biriyle evlenmişsiniz demektir. Ama olursa, harika olur.

Bilinen hikayedir. Çeşitli versiyonları var. Adam ölmüş, günahları-sevapları eşit. Seçimi ona bırakıyor ve önce cehennemi , sonra da cenneti gösteriyorlar. Cehennemde iki ucu da sonsuza giden bir masanın üstünde bütün güzel yemekler, cennet taamı, kuş sütü bile var. Ama masada oturanların ellerindeki kaşıklar, kollarından daha uzun. Kaşıklara doldurdukları lezzetleri bir türlü ağızlarına götüremiyorlar. İşkencenin en ölümcülü. Cennete gidiliyor. Masa aynı masa, yiyecekler, hatta kaşıklar bile aynı. Ama cennettekiler, uzun kaşıkları birbirlerinin ağzına götürerek, hem karşılarındakileri besliyorlar, hem de kendileri yiyorlar.

Yeryüzü cenneti zor değil. Terazide onun kefesini doldurmaya başlayın. Pazar sabahları gazete ve onun sevdiği pastanenin poğaçalarını almaya gittiğinizde, sapları kısa da olsa, küçük bir gül demeti alın, onu uyandığında görmesi için yastığınızın üstüne koyun. Ona gereksiz ve küçük e-mail’ler gönderin, gün içinde duyduğunuz bütün komik fıkraları telefonla hemen ona anlatın. Beraber gittiğiniz alışverişte, kararsız kaldığında ona iki bluzu da alın. Bütçeniz o sırada kısıtlı olsa da, size son derece komik gelse de, onun istediği mutfak ve banyo malzemelerini, onu teşvik ederek hatta zorlayarak alın. Siz onu öyle görseniz de, onun da ikna olması için dünyadaki en güzel hamile olduğunu ona defalarca anlatın, size doğuracağı -çünkü gerçekten onları size doğurmaktadır- çocukları ne kadar heyecanla beklediğinizi, üstelik çocukların ona ve onun komik yanlarına benzemesini istediğinizi söyleyin. Küçük bir çocuk gibi hissedip, büyük bir insan olduğu için ağlayamadığında, ona sarılın ve sadece saf şefkat gösterin. Emin olun o da karşılığını verir, hem de belki de aslında sizin hak etmemiş olduğunuz kadarını da verir.

Mutlu evli çift vardır, ama bunun için çaba ve özen gösterdikleri için mutludurlar. Bu dünya üzerinde çaba gösterilmeden elde edilen hiç bir şey yok. “Allah öyle yarattığı” için sonsuza dek süren mutluluklar da. Ama her şeyin size ve tercihlerinize bağlı olduğu gibi, bu da size ve tercihlerinize bağlı.”

10 yıldan fazla olmuş yazıyı yazalı. Tabii insan eski yazısına bakınca daha iyisini yazabilirdim diyor, ama fikirlerim hala geçerli.

İtalyan arkadaşıma sonra sadece üç soru sordum. Ve sonra, eş adayı konusunda bana danışan herkese de sadece bu üç soruyu sordum. “Birlikte gülüyor musunuz, elini tutmak hoşuna gidiyor mu, ve çocuğunuzun ileride nasıl biri olacağı konusunda ortak bir vizyonunuz var mı?”

“Birlikte gülüyor musunuz?” sorusu bence en önemlisi. Eğer beraberken gülüyorsanız, bu eşit ya da yakın bir zeka düzeyini, benzer bir aile kültürünü, siyasi yaklaşımı, eğitim seviyesini, ve daha bir çok soyut konuda uyumu gösterir. Aynı şeylere gülmek hayatı paylaşacak iki kişi için çok ama çok önemli. Çünkü o zaman, beraberken gülmeye çalışıyor, en zor durumlarda bile, kahkahaların şifasıyla toparlanıyorsunuz. Bir süre sonra, aranızda başkalarının çok anlayamayacağı özel bir espri dağarcığı da oluyor. Ve hem intimiteniz artıyor, hem de yalnızken dahi, aklınıza ortak espriler geliyor, ve her şeyi ona ve o esprilerle anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden en önemli soru bu…

“Elini tutmak hoşuna gidiyor mu?” sorusu da çok önemli. Çünkü evliliklerde aslolan şehvet değil, şefkat. Eğer şefkat hissiniz yoksa, zamanla da kolay oluşmuyor. Bu yüzden ona dokunmak sizin için önemli olmalı. Bu cinselliğe de olumlu katkılar sağlar, ama amaç cinsellik değil. Çok az sayıda istisnalar hariç, evlilikte cinsellik muhakkak heyecanını kaybediyor. Bu yüzden amaç, şefkatli dokunuşlar. Nedensiz sarılmalar, küçük öpücükler, saç okşamalar, kolkola, elele yürüyüşler. Elbette her çiftin norm ve standartları ve sosyal koşulları farklı, ama eğer şefkatli dokunuşlar olmazsa, çiftlerde çok büyük duygusal boşluklar oluşuyor.

Üçüncü konu çocuklar. Eğer çocuk istemiyorsanız zaten evlenmeyin. Evlilik aslında insan doğasına ters, ve uygarlığımızın çocuk yetiştirmek için daha iyi bir formül geliştiremediği için, bugünkü şekliyle sadece çocuk yetiştirmek için en iyi ortamı sunan kurum. İdeal ortam demiyorum, diğer ortamlar kötüdür de demiyorum. Ama çocukların mutlu bir evlilikte büyümesi, onlara çok şey katıyor. Fakat bir insanla kalıcı ve uzun süreli bir beraberlik kurmak istiyor ama çocuk istemiyorsanız, ki aslında büyük bir sorumluluk olduğu için çok saygıdeğer bir tercih, o zaman evliliğin resmiyetine ve sınırlarına uymak zorunda da değilsiniz. Diğer taraftan, çocuklar evliliklerdeki en büyük gerilim kaynağı. Eğer anne ve baba, çocuğun yetişme kültürü ve tarzı konusunda ortak bir vizyonu paylaşmıyorlarsa, ki artık sorumlulukları da paylaşmaları gerekiyor, bir süre sonra duygusal kopuşlar meydana geliyor. Evet çocuk ortak, ama resmi bir ortaklıkta olduğu gibi, ortaklar gelecek üzerinde birbirlerinden daha fazla söz hakkı olduğunu düşünmeye ve iddia etmeye başladıklarında, rekabet ve mücadele başlıyor. Bu yüzden, evlenmeden önce müstakbel eşinizle çocuklarınızın nasıl erişkinler olmasını istediğinize dair tam bir mutabakat kurmak, ileride bu tür sorunları engelliyor.

Başka sorular da sorulabilir aslında. Ama bu üç sorunun üçüne de gönül rahatlığı içinde evet diyebiliyorsanız, karşınızdaki sizin için ideal eş olmasa bile, ki belki de öyledir, mutlu bir evlilik ihtimali çok artar. Aman dikkat, sadece ikisi yetmez, üçü de evet olmalı. Her gün bir çok konuda ortak kararlar almak zorunda olduğunuz biriyle, sık sık gülmek, elele yürümek, ve çocuğunuza aynı bakışlarla bakmak, büyüğü ve küçüğüyle, bütün sorunları aşmanızı sağlayacaktır. Evlenmeyecekseniz, ama uzun bir ilişki söz konusuysa, o zaman ilk iki soru huzurlu ve mutlu bir ilişki için yeterli.

Önümüzdeki yıllarda, büyük toplumsal değişimler yaşanması bekleniyor. Yalnız yaşamayı tercih edeceklerin ve evlenmeden beraber yaşayanların sayısı artacak. Ama uygarlığımız çocuk yetiştirmek için daha uygun bir formül bulamadığı sürece, formatlar değişse bile, evlilik devam edecek. Bu yüzden, eş seçerken muhakkak üç soruya da evet cevabı vereceğiniz birini seçin, ve evlendikten sonra da terazide hep karşı tarafın kefesini doldurmaya çalışın.



Neşeniz, bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat Bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık,

Korkut

Bu metni mümkünse linkiyle, ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…


16 Mart 2012 Cuma

Yola Işık Düşünce 16.3.2012

Yalnızız. Fiziksel olarak yalnızlaşanlarımız da var, kendilerini kalabalıklar içinde görünmeyen bir fanusun içinde hissedenlerimiz de. Bazı insanlar bizden uzaklaştı, bazılarından biz uzaklaştık. Ama en çok eski kendimizden uzaklaştık. Başka çerçevelerde kullandığım “gönüllü hapishane” kavramı, bu kez fiziksel bir hücre gibi, arzumuzla, ya da bize rağmen kapandığımız bir izolasyon hücresi…

Bu hissi 3 şekilde yaşamak mümkün. Birinci grup, farkında değil ve tanımlayamıyor, bu yüzden neden mutsuz olduğunu bilmeden mutsuz. İkinci grup, yalnızlığın uyuşturucu konforunu depresyona dönüştürmek üzere, hiçbir şey yapmak istemiyor. Üçüncü grup, bunu aşmak için çaba gösteriyor, ama çoğu bir sihirli değnek ya da mucize beklediğinden, çok azı başarabiliyor.

Baharla gelen aşık olma arzusu bile farklı. Çoğumuzda zaten yok. Olanlarda durum alışılmadık, eski heyecanı ve coşkusu olmaması bir yana, kurban bulunsa bile, bunun geçici olacağını da biliyoruz, çok işe yaramayacağını da…

Pekiyi neden böyleyiz? Bir süredir seçim yapmak gerektiğini yazıyorum. Seçim yapamamış olanlar, seçim yapmalarını etkileyen ve geciktiren dış etkilere kapanıyorlar, çünkü bu etkiler varken seçim yapamıyorlar, halbuki çok vakitleri de kalmadı. Seçim yapana kadar kapalı kalacaklar. Bu kadar basit. Seçim yapmış olanlar da, henüz yeni toprakları keşfedemediler, o yüzden bebek adımlarıyla ilerliyorlar.

Bu arada enerjiler farklılaşıyor. Henüz tren kaçmasa da, ki, kaçmadığını da biliyoruz, geç kalacağımızdan endişe duyarken, trenin bizi bekleyeceğini düşünenler de var, sonraki trene razı olanlar da.  Sanki bir yoklama listesinde adımız var da, doğru zamanda imza atmazsak, ikmale kalacağız gibi. Ya da, kendi düğünümüze gecikeceğiz gibi. Yani, aslında iyi bir şeyler olacağını bilsek de, hem gecikmekten endişeliyiz, hem de çok takatimiz yok.

Bu son hazırlık döneminde, çantamızı hazırlarken, bu kez bizdeki listede yer alan hiçbir şeyi unutmamak da gerekiyor… Bu yüzden tamamlanmamış birçok deneyim karşımıza çıkıyor. İşimizde, ya da mekânlarımızda değişiklikler oluyor. Bunlar genelde iyi ve terfi şeklinde, nadiren zorla çalıştığımız işlerden ayrılmak zorunda da kalıyoruz. Ya da geçmişten birçok insanla yeniden karşılaşıyor ve yarım kalmışlıkların muhasebesini yapıyoruz. Burada iki seçeneğimiz var, ya deneyimi tamamlamak, ki bu çok daha iyi, çünkü listede (+) ancak böyle konabiliyor, ya da helalleşmek, (-) koymadan o maddenin üstünü çizmek… Her iki durumda da çemberin kapanması gerekiyor.

Rüyalar canlı ve gerçek gibi, ama uykuda dinlenemiyoruz. O kadar çok işi var ki ruhumuzun, beden ve zihin kapanınca, sürekli koşturuyor. Ve birçoklarımız, kendilerinin ve başkalarının ruhsal yol ve kimliklerini rüyalarda görüyorlar.

Daha açık ve uzun yazmak istemiyor canım.

Bir değişim dönemi, ve bize verilen şanslar var. Yalnızlığa kaçışımızın nedeni, yeni kendimiz olamayacağımız korkusu. Beklemek ve ertelemek riskli,  tren kaçabilir, bunu biliyor ama bir türlü kendi değişim düğmemize basamıyoruz. Çocuk oyunundaki gibi, güzellik mi, çirkinlik mi emin olamadığımız için,  heykelliği seçiyoruz. Oysa güzellik zamanı. Anne doğumda bebeğin neye benzeyeceğini bilmez, ama yine de doğurur. Ve bebek, bu durumda kendimizin yeni çocuğu olarak, yeni biz, anneye her zaman çok güzel gelir. Kendimizi doğurunca, yeni biz, yine bize çok güzel gelecek.

21 Mart tam öğle vakti, yıllardır, benim en önemsediğim zaman. Güneşin ışıklarının dik geldiği anlar, gölgesizliğin, ve gece ve gündüz eşitliğinin nötr bölgesi. Bu yıl yine ibadetimi yapacağım. Sizlere de önerim, 21 Mart’ta, tam öğle vaktini belirten öğle ezanı okunurken, içinize dönmeniz, ve artık korkularınızı aşarak, “gerçek siz”in doğumuna izin vermenizi sağlayacak, dua, meditasyon, çalışma her nelerse, hepsini yapmanız. Yeni siz, hepimize lazımsınız…

 Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve Işık…



Bu metni referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

1 Şubat 2012 Çarşamba

Kitabım

Bir kitap yazıyorum. Yılan hikayesi gibi, uzadıkça uzuyor, ve ben değiştikçe sürekli kabuk değiştiriyor. Bazı arkadaş ve öğrencilerim içeriğini merak ediyorlar. Gerçi ben de merak ediyorum…

Kitaptaki fikirlerin bazılarını burada, bazılarını www.derki.com adresindeki yazılarımda paylaştım. Kitap biraz daha farklı, ama bazı fikirlerin ipuçları bu yazılarda var, çok daha fazla sayıda olan bazılarını duyurmak için hala erken...  

Derki’de çok yazım var, bu yüzden, aralarından bir seçme yaptım, verdiğim sırayla okursanız, kitap konusunda, anne karnındaki bebeğin ultrasonografisine benzer bir fikriniz olabilirJ.






31 Ocak 2012 Salı

Yola Işık Düşünce 31.1.2012

Sardı korkular, gelecek yıllar, düşündük “biz”siz nasıl yaşanacaklar?

Ölümü düşünüyoruz, belki de düşündüğümüzü bile fark etmeden. “Ölmeden önce ölünüz” diyenler de var, “ben her bahar yeniden doğarım” diyenler de. Bir de gölge ölümler var. Bu aralar çok yaygın. Çünkü başlangıcın sonundayız, hissediyoruz.

Kış, soğuk, yağmur ve kar, su elementini zirveye taşıdı. Havasız kapalı mekanlar, topraksız, giysili bedenler, şömine ya da sobası olanlar kurumuş olabilir, ama hepimizi suya gömdü. Gömdü, çünkü yarı ölü gibiyiz. Dişil yanlarımız çok güçlendi. Ejderha yılı, Kova burcu, Mars ya da Ay durumundan bağımsız olarak, 2 haftadır, edilgen, endişeli, eleştirel, ve evcimeniz.

Şefkat ihtiyacı sarıyor ruhumuzu. Anlaşılmak ve onaylanmak istiyoruz. Ama bunu talep edebilecek kadar bile enerjimiz yok. Mümkünse perdelerin açılmayacağı bir odada, yorganların altında, sıcak yemek bile yemeden, sürekli saklanmak istiyoruz. Bu kış, depresyon gripten daha bulaşıcı…

Aslında kabahatsiz bile olsak, önce kendimizi suçluyoruz. İçimizde bir isyan duygusu oluşuyor sonra, tepkiselleşiyoruz. Sonra o bile yorucu geliyor, tepkisizleşiyoruz.

Bazılarımız bitse de gitsek kafasında, bazıları artık enkaz (altında) olduklarını düşünüyor, diğerleri ellerinden geleni yaptıktan sonra tevekkül içinde bekliyorlar.

Aslında bir gölge ölüm mevsimindeyiz. Evet, bir kısmı yakınlarımız olan bazı ruhların göçme mevsimi geldi. Ama yaşamaya devam edeceklerin de bazı bölümleri ölüyor. 14 Aralık yazısında seçmek zorunda olduğumuzu yazmıştım. Bilinen klişeyle her seçim bir vazgeçişi içeriyor, ve bu da bazı şeyleri geride bırakmak zorunda olduğumuz anlamına geliyor. Ama konformist, tembel ve korkak yanlarımız bunu istemiyor. Ve aslında konforun, tembellik ve korkaklığın patronu olan uyanık zihin, başta eski sorunlar olmak üzere, bizi karar almaktan ve seçim yapmaktan vazgeçirmeye çalışıyor.

Sorunun asıl kaynağı burası. Ama çoğumuzun farkında olmadığı bir diğer sorun daha var. O da aslında Ulu Yaratan’a inanç ve güvenimizdeki azalma. Tanrı inancı olmayanlar bu paragrafı atlayabilir, ama inancı olanların, bu inancı hatırlamaları gerekiyor. Aslında O’nun bir ve bütün olduğunu, hayrın da şerrin de ondan kaynaklandığını, aidiyetimizin, ibadetimizin, yolumuzun ve hizmetimizin sadece O’na olduğunu unutmuş gibiyiz.

14 Aralık’ta da yazmıştım, kolay değil, ama seçim zamanı. Depresyonda filan değilsiniz, sadece seçim yapmak istemiyorsunuz. Ertelemek istiyorsunuz. Bilin ki, çok vakit yok. Gelişmek için elzem olan “self-leadership” kendi değişimini yönetebilmektir, kendi düğmesine basabilmektir. Geçmişin prangalarından kurtulup, özgürlüğe mahmuzlayabil-mektir.

Güçlenmek ve cesaret toplamak için, uzun zamandır ihmal ettiğiniz Ulu Yaratan’a olan inancınızı hatırlayın. Bu size güç verecektir. İkinci konu, ki bu inançsızlar için de geçerli, su elementi baskısını minimize etmek. Mümkün olduğunca, başta toprak olmak üzere, diğer üç elementi de canlandırın. Üçüncü olarak, eril yanı yükseltin, dik durun.

Son olarak, yine hatırlayın ki, bu dünyaya bir amaç için geldiniz. Kişisel misyonunuz da önemli ama bahsettiğim bu değil, büyük oyunda bir oyuncu, büyük puzzle’da bir parçasınız. Siz olmadan, inisiyatif almadan, ikisi de eksik kalır. Geçmişi geride bırakın ve kendiniz için olmasa da, hepimiz için harekete geçin… Ve hep temel kuralı hatırlayın, ”sana yapılmasını istemediğin şeyleri kendine ve başkalarına yapmaman yetmez, sana yapılmasını istediklerini de kendine ve onlara yapmalısın”…

Neşeniz, bilir…
Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…
Sevgi ve Işık…


Bu metni referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

23 Ocak 2012 Pazartesi

Temel Kural ve Kendimizin Çocuğu Olmak

Ne çok din, ve ne çok ahlak sistemi var. Tarih boyunca insanlığın ahlak normları sürekli değişmiş. Eski Mısır’da kullanılan ve bugün hala kolayca aşamadığımız Maat’tan, tek tanrılı dinlere, Roma Hukuku’na, yerel örf ve adetlere kadar, bir zamanlar bir yerde yanlış ya da yasak olmayan pek bir şey olmadığı gibi, bir zamanlar ve bir yerlerde doğru olmayan pek az şey var.

Temel sorun yaşadığımız zaman ve mekan koordinatlarındaki doğru ve yanlışların, ezelden ebede ve her yerde aynı olduğunu zannetmemiz. Halbuki 20-200-2000 yıl önce farklıydı, ve sonra yine öyle olacak, 50-500-5000 km mesafede yine farklı.

Bazı seminerlerde sorardım öğrencilere, “Aynı ruh ve aynı bedenle başka bir ülkede, başka bir şehirde, başka bir semtte, hatta yan evde doğsaydınız, ne kadar farklı bir insan olacağınızın farkında mısınız?”. Aynı evde, 15 yıl önce ya da 15 yıl sonra doğsaydınız yine farklı olacaktınız. Tanrı’ya, evliliğe, cinselliğe, siyasete dair başka bakış açılarıyla, damağınızda başka lezzetlerle ve toptan faklı bir yaşam gustosuyla, başka içkilerle başka güftelerde hüzünlenip, başka bestelerde dans edecektiniz.

Ama içine doğduğumuz uzay/zaman koordinatlarında büyürken, yerel ve döneme ait değerler sistemiyle yoğruluyoruz. Bunda bir sorun yok, sorun, bunları doğru ve diğerlerini yanlış kabul etmemizde. Küçük değerler dağarcığımızın evrenin kuralları olduğunu sanmamızda.

Bir el hareketinin, bir küfrün, ya da bir jestin, farklı kültürlerde ne kadar farklı anlamları olduğuyla ilgili bir çok komik hikaye var. Ya da bizim bayılarak yediklerimizden midesi bulanan, giydiklerimizi komik bulan, sosyal vecibelerimizi saçma bulan bir sürü toplum var, tıpkı bizim başkaları için hissettiğimiz gibi.

Bazen bireysel olarak garipsemeyeceğimiz şeyleri bile, kültürümüz öyle gerektirdiği için ötekileştiriyoruz. Eksik, yanlış, veya kötü sanıyor ve sayıyoruz.

Oysa 72 ya da daha fazla sayıda millet, yüzlerce din, binlerce mit, milyonlarca töre, milyarlarca insan var. Bunların birbirlerini ve değerler sistemlerini reddetmeleri çok büyük bir sorun. Çünkü hem çatışma ve savaşlara yol açıyor, hem bireysel mutsuzluklara yol açıyor, hem de “Acaba diğerleri haklı olabilir mi?” sorusunu sorabilecek kadar tekamül edebilmiş olanlarda, bir vicdan çelişkisi yaratıyor.

Reddiyeleri olan birinin tekâmül etmesi imkansız. Kemâlat ancak, sizin gibi olmayanları, hatta zıtlarınızı da kabulden, onların da aynı bütünün diğer parçaları olduğunu hazmedebilmekten geçer. Bu yüzden reddiyesi olanları bile reddetmemek gerekir:)

O zaman ne yapacağız? Hem yetiştiğimiz kültürün tornasından geçiyoruz, hem de reddiyeler bizi yavaşlatıyorsa, bir çıkar yol var mı?

Bence var. Vicdan normu aslında evrensel, ve aslında evrensel dinin tek kuralı. Yazmakta olduğum kitapta daha uzun açıklayacağım, ama birey ya da toplumların özel aidiyetlerini yitirmeden uygulayabilecekleri bir kural var. Sadece bir tane:)

Bunun bir bölümü biliniyor zaten. “Kendine yapılmasını istemediklerini başkasına yapma”. Bu kural empatiyi, sosyal ve duygusal zekayı geliştirmeye yönlendirmiyor bizi. Son derece basit bir bencillikten yola çıkıyor. Vicdanınız sizi zorlayacak tek makam.

Pekiyi yapmayalım. Ama yapmamak üzerine kurulu bir hayat hem kısır, hem de gelişimi engelleyen bir prensip. O zaman, çok daha az bilinen ikinci kural giriyor devreye. “Kendine yapılmasını istediklerini başkasına yap”. Bir önceki defansif ve yasaklayıcı açıdan, interaktif ve gelişimci bir noktaya geliyoruz. Artık bir yaşam disiplini var, bir yol var. Sadece durlar, sadece sınırlar yerine, ilerlemeyi teşvik ve verme aşaması geliyor.

Bu yeterli mi? Ne yazık ki değil. Çünkü bu kurallar sadece başkaları için, diğer bireyler ve toplumun bütünüyle ilişkimizi düzenliyorlar. Ama onlardan çok daha önemlisi var. Kendimiz. Evet toplumun huzuru ve ilerlemesi için çalışacağız, ama kendi huzurumuz ve ilerlememiz ne olacak?

İşte o zaman kural, hatası ve sevabıyla patenti bana ait bir formülle şu hale geliyor:  “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri kendine ve başkalarına yapmaman yetmez, sana yapılmasını istediklerini de kendine ve onlara yapmalısın”.

Uzun zamandır bu kurala göre yaşamaya çalışıyorum. Her seferinde başardığımı söyleyemem. Ama gittikçe daha çok uyabildiğimi söyleyebilirim.

Kendine de “doğru” davranan biri olmak için bir öğrencim bana bir norm sordu. Çünkü insanların büyük çoğunluğu kendileri için iyi bir şeyler yapmayı bilmiyorlar. Bilenler, bunu sürekli erteliyorlar.  Bir de kendilerine zulmedecek kadar zorlayanlar, en acımasız eleştirileri kendilerine yapan, en büyük cezaları kendilerine verenler var. O zaman açık ve çok basit bir ölçü koymak lazım: “Kendinize çocuğunuzmuş gibi davranmak”. Kendinize hayatı çocuğunuza öğretir gibi öğretmek. Onu ödüllendirir gibi teşvik etmek, motive etmek, cesaretlendirmek, güçlendirmek, şefkat göstermek. Ama bunun yanında, hatalarından ders almasını sağlamak, riskleri doğru hesaplamayı öğretmek, disiplini elden bırakmamasını sağlamak… Vazoyu kırdığında belki kulağını çekmek, ama amacın sadece ders alması olduğunu unutmadan…

Herkes aslında Tanrı’nın çocuğu. Eğer onun bize nasıl baktığını anlamak istiyorsanız, çocuğunuza nasıl baktığınızı inceleyin. Eğer bir karar aşamasındaysanız, çocuğunuz hangi seçeneği seçse mutlu olacağınızı düşünün? Sevgili ya da eş adayı gibi mesela, çocuğunuz böyle biriyle gelse ne hissederdiniz? Ya da önünüzdeki kariyer seçenekleri, ya da bütçe kararları, çocuğunuz hangisini seçsin isterdiniz?

Çünkü aslında hepimiz çocuğuz. Kendimizin birinci çocuğu da biziz. O yüzden, hangi dinin ya da ahlak sisteminin takipçisi olursak olalım, ”sana yapılmasını istemediğin şeyleri kendine ve başkalarına yapmaman yetmez, sana yapılmasını istediklerini de kendine ve onlara yapmalısın” kuralını hayatımızın merkezine alalım.

O zaman dünya hayatı, evrensel kurallarla daha uyumlu hale gelecek…

Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut



Bu metni mümkünse linkiyle, referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…