28 Aralık 2011 Çarşamba

Ya korkağız, ya tembel, ya da ikisi birden…

Bu kısa bir yazı olacak. Çünkü bu bir hipotez, yeni dille önerme yazısı.

Hocalık döneminde birkaç bin öğrencim oldu. Danışanlarım değillerdi, çünkü sorunlarını dinlemeyi sevdiğim için yaptım, hiç ücret almadım. Yüzlerce farklı sorun, yüzlerce farklı görüş.

Bu dönemde sorunlarına baktım. Aslında çok kolay birkaç adımla çıkabilecekleri kapanlardaydılar. Ama yapamıyorlardı.

Bir sürü mazeret ileri sürüp, kendilerine sürekli yalan söylüyorlardı. Statüko çok cazipti, çünkü bildikleri sorunlar vardı sadece. Oysa güvenli hapishanelerinden dışarı adım atsalar, orada çözüm olasılıklarıyla birlikte, yeni ve bilmedikleri sorun olasılıkları da vardı. Mutlu olma ihtimalleri dışarıdaydı, ama orada mutsuzluk ihtimali de var diye, mutsuz oldukları yerde sabitlenmek istiyorlardı. Bir mucize ya da kurtarıcı bekliyorlardı.

Bu yüzden şikayet etmekle yetinip, inisiyatif almaktan kaçınıyorlardı.

Alternatif çözüm önerilerimi anlattığımda kollarını çapraz bir şekilde bağlayıp, donup kalıyor, duymalarına rağmen dinlemiyor, susuyorlardı. Blog yazılarıma gelen itirazlarda da benzer yaklaşımlar var…

O zamanlarda –patenti bana ait olan- bu hipotezi geliştirdim.

Bir insanın aslında sadece bir sorunu vardır. Ya korkaktır, ya tembel, ya da ikisi birden… Emin olun, başka hiçbir sorununuz yok…

Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut



Bu metni mümkünse linkiyle, referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…




Başarı mı, Mutluluk mu?

“İSTEDİĞİN ŞEYİ ELDE ETMEK, BAŞARIDIR. MUTLULUK, ELİNDE TUTTUĞUN ŞEYİ İSTEMEYE DEVAM ETMEKTİR.”



Önceleri siyasetçi olmam gerektiğini düşünmüştüm. İnsanlara somut faydalar sağlayabileceğimi düşünüyor, dünyadaki sorumluluğumun, bütün zorluklarına rağmen siyasi bir görev almak olduğunu sanıyordum. Elbette bir gün bu da olabilir. Ama insanın hayat amacını keşfedebilmesi için bazı şeyleri denemesi gerektiğine inandığımdan, çok genç yaşta devlette görevler aldım, oradan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde danışmanlığa geçtim.

        O dönem tanıştığım ve beraber çalıştığım insanları tenzih ederim, ama siyasetin nasıl yapılmaması gerektiğini çok çabuk öğrendim.

        Ve aslında bana ve yeteneklerime uygun bir yol olsa bile, bu haliyle hiç de sevmediğim ve istemediğim bir hayat yolu olduğunu gördüm.

        Babamla birlikte çalışmaya başladık. Güzel şeyler oldu, zor dönemler yaşandı. Ama genelde gayet iyiydi, büyük sorunlar yoktu. Orta ölçekli işlerimiz bize çoğunluğun gıpta ettiği bir hayatı yaşatabiliyordu.

        Toplumun benim için uygun gördüğü, “doğru” bir hayatım vardı. İyi okullar bitirmiş, hem de başarıyla bitirmiş, yine iyi okullardan mezun harika bir kadınla evli, toplum hayatında, derneklerde aktif olarak yer alan, ekonomik açıdan şanslı bir azınlığa mensup, şanslı bir adamdım.

        Ve bu şanslarımın faturasını, benim kadar şanslı olmayanlara hizmet ederek ödemek istiyordum. “Gereken” her şeyi yaparak…

        Sonra bir gün mutsuz olduğumu fark ettim. Öyle birden değil. Ama hayata ve ritmine, toplumsal zorunluluklara tahammülüm azaldığında, neden böyle olduğunu merak ettim. Öyle ya, “doğru” bir hayatım vardı.

        Modern dünyanın en büyük tuzağına düştüm. “Neyin eksik?” sorusuna cevap veremedim. Çünkü bu sorunun cevabının, maddi şeyler olduğunu düşünüyordum. Benim ve çocuklarımın hayatı garantideydi. Genç yaşta başarılı olmuştum. Karımla ve çocuklarımla hiçbir sorunum yoktu.

        “Tamam” dedim kendi kendime. “Hayatına biraz renk kat.” Beni neyin mutlu edeceğini düşündüm önce. Arabaları, teknolojiyi, interneti seviyordum. Biraz bunlarla oyalandım.

        Ondan sonra en çok sevdiğim sözlerden birini duydum.

        “İstediğin şeyi elde etmek mutluluk değildir. İSTEDİĞİN ŞEYİ ELDE ETMEK, BAŞARIDIR. MUTLULUK ELİNDE TUTTUĞUN ŞEYİ İSTEMEYE DEVAM ETMEKTİR.”

        Elimdekini istemeye devam ediyor muydum?

        İşimi, eşimi, evimi, arabamı, her şeyimi istemeye devam ediyor muydum?

        Bir şeyleri, yeni bir giysiyi, saati, tatili, yemeği, devam ettiğim dernek toplantılarını, oralarda aldığım görevleri, ya da bir hazzı, elde ettikten sonra istemeye devam ediyor muydum? Yoksa elde ettikten sonra büyüleri bitiyor muydu? O saatle denize girmeye başlıyor muydum, giysinin üzerine bir şeyler dökülünce üzülmüyor, arabam çizilince umursamamaya mı başlıyordum? Gittiğim tatilin eğlencesi, ya da yediğim yemeğin lezzeti, tatil ya da yemek bitince özlemediğim, aç gözümü yeni keyiflere diktiğim, anlamsız ve geçici, uçuşan sabun köpükleri miydi?

        Ne yazık ki, böyleydi.

        Bana öğretilmiş hayat tarzının bir kurbanı olarak, başarılıydım, hiçbir şeyim eksik değildi, ama mutsuzdum.

        Eşime aşıktım bir tek, ve hala öyle. Bir de çocuklarım tabii…

        Bunun dışında hayatımda olmazsa olmaz sandığım birçok şey, aslında beni mutlu etmiyordu. Ama insanlar çok eminlerdi. Bunların beni mutlu etmesi gerektiğini söylemişler ve söylüyorlardı. Medya, kitaplar, filmler bana hep sahip olmam gereken, sahip olduğumda mutlu olacağım yeni objeler, yeni hayat tarzları ittirirken, ben köşeye sıkışmıştım. Elimdekiler beni mutlu etmediğine, elimdekileri istemeye devam etmediğime göre, bende bir gariplik mi vardı? Aptal mıydım yoksa, ya da doyumsuz muydum?

        Bir gün kendime “dur” dedim.

        “Seni mutlu eden şeyleri hatırla bakalım. Sana ne kahkaha attırıyor, ne yaparken çocuksu bir neşe duyuyorsun içinde?” Cevabı çok zor buldum. Ya da yarın yine değişir belki, hala doğru olduğunu sandığım cevabı diyelim…

        Anlatmak. İnsanlara göremedikleri alternatif çözüm önerilerini göstermek. Seçeneklerini arttırmak. Umut vermek. Kendilerine ve hayatlarına düşünecek, düşündükten sonra değişim cesareti verecek şekilde kafalarını karıştırmak. Ezberlerini bozmak. Bireysel bakış açılarını zenginleştirmek. Vesaire, vesaire…

Bu tamamen kişisel, ve benim için geçerli bir tespit. Birimiz dans etmekten, diğerimiz seyahatten, bir diğeri yeni yemekler keşfetmekten, öbürü resim yapmaktan, öteki çiçek yetiştirmekten mutlu olabilir. Mesele, yaparken çocuksu bir neşe duyduğunuz şeyi bulmak, elinizde tuttuğunuzda istemeye devam edeceğiniz şeyi… Buna ulaşmak için yine çaba lazım, ama bu kez ulaştığınızda, elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, kalıcı, ve ruhunuzu da besleyen bir noktada olacaksınız.

        Lütfen başarıyı mutluluk sanmayın. Başarının verdiği haz anlıktır, oysa mutluluk bir süreçtir. Bugün bize başta medya olmak üzere, trendler ve tüketim alışkanlıkları, arzu nesneleri, ya da imajlar empoze ediliyor. Falanca yerde tatil, filanca marka çanta, otomobil, giysi, ya da saat, bizi mutlu edebilirmiş gibi. Öyle zannediyoruz, öyle zannetmemiz isteniyor. O yüzden biz de mutluymuş gibi yapıyoruz, eğleniyormuş gibi, neşeliymişiz gibi… Yılbaşı gecesi yapacağımız gibi…

        Bunlara ulaşabilenler, keyif alıyorlarsa bile, bu keyif kısa sürede bittiği için, bir sarmala düşüyorlar. Daha çok ve daha fazla tüketmek istiyorlar. Ama mutlu değiller, sadece istediklerine ulaşmış ve başarmış durumdalar.

        Bir de kuantum, nlp, hatta psikiyatri var. Bunlar mutsuzlukları aşmak için başarılı birer yardımcı. Ama bizi mutlu edemiyorlar. Eksiden alıp sıfır noktasına getiriyorlar, bu doğru. Ama tek amaçları “yine” başarılı olmamız, istediklerimize ulaşacak bir güç asgarisine yükselmemiz. Çünkü “normal” kabulü böyle. “Yine yarışa dönebilmemiz için bakım yapılan arızalı bir yarış aracı gibi” benzetmesi vardı, çok beğendim. Ama yarış şart mı? “Yarışa devam etmeyi istiyor muyuz?” diye sormuyorlar bize… Ya da bu kısıtlı pistte, ya da bu takımla, ya da bu coğrafyada?

        Mutluluğun tek kıstası elinizdekinin, bulunduğunuzun yerin, işinizin, eşinizin, size neşe vermeye devam etmesi. Neşeyle istemeye devam etmeniz… Neşe yoksa, mutlu değilsiniz.

        Bu karar verme döneminde, eğer seçenekler arasında kararsızsanız, neşenize sorun, neşeniz, neyi istemeye devam edeceğinizi, neyin sizi mutlu edeceğini bilir…



Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut



Bu metni mümkünse linkiyle, referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…


14 Aralık 2011 Çarşamba

Yola Işık Düşünce 14.12.2011

Araftayız. Ne orası, ne burası, boşlukta rüzgâr varmış gibi, sanki sallanıyoruz. “Ne o, ne o, hem o, hem o” prensibi çalışmıyor da, bizi taraf olmaya zorluyormuş gibi. Hem iki tarafta birden olmak istiyoruz, hem de bu artık çok yorucu olmaya başladı. Her seçimin bir vazgeçiş olması gerginliği, bugüne kadar “idare edebilirim anne” mümkünken, artık edemememiz, bizi zorluyor.

Aslında durum netleşiyor. Düalitede yaşıyoruz. Zıtlıklar, kutuplar, uçlar arasında, bir noktada olmayı biliyoruz. Taraflardan birine daha yakın, ya da çok az olsa da, tam ortada durmayı, siyah ve beyazın bize özgü gride karışmasını, ve aslında zıtlıkların birliğinde yaşadığımızı biliyoruz. En güzeli durduğumuz noktanın sabit olmaması, özgür seçim prensibi sayesinde,  iki kutup arasındaki noktamızı değiştirme konusunda Tanrı kadar özgürüz.

Ama şimdi durum biraz farklı. Düalitede kutuplar var, ama bu kez, düalite ve monizm iki kutuba dönüşmeye başladı. Karışık biraz, biliyorum. Önce monizmi açmak lazım. Evrenin düzeni birlik aslında. Ezoterizm başta olmak üzere, birçok felsefi ya da dini öğretide, evren bir ve bütün kabul ediliyor. Vahdet-i vücud ya da oneness, hepsi aynı açıklamayı yapıyor. Evren bütün ve her şey gibi biz de onun parçalarıyız. “Tanrı nedir” başlıklı yazımda, aslında Tanrı’nın bile biz olan parçalarından oluştuğunu düşündüğümü ifade etmiştim.

Bu birlik bilinci, birçoğumuzun aslında başaramadığı, ama başardığını sandığı, ya da başarmayı çok istediği bir aşama. “Hepimiz kardeşiz” derken, ama” filanca değil” dediğimiz anda birlik bilincinin dışına çıkıyoruz. Bırakalım insanları, bitkilere, hatta cansız varlıklara defansif değil, ama ofansif davrandığımızda, aslında, birliğe karşı oluyoruz. Yine de bütünün bir parçası olma fikri çok cazip ve aslında bunu can-ı gönülden istiyoruz.

Birlik bilincinde yaşamak çok zor. Çünkü dünya uygarlığı ve insan doğası erkek egemen değerlere sahip, ve mücadele etmek gerekiyor. Hint fakirleri gibi, tamamen pasifist bir hayat da zor. Bazı yeniçağcılar, çiçekler böcekler derken, aslında dünya üzerindeki görevleri boş veriyorlar. Oysa amaç sadece mutlu olmak değil, başkalarını da mutlu etmek.

Yine de içimizde yanan bir alev var, derinde biliyoruz ki, olması gereken birlik. Düalitede yaşamak zorunda olduğumuza hayıflanıp, teneffüs, ibadet, ya da meditasyon anlarında, eğer başarabilirsek, hissettiğimiz geçici birlik hissine şükran ve minnet duyuyoruz.

Ya da böyleydi. Şimdi değişti. Artık içimizdeki birlik ve düalite düşünceleri çatışmaya başladı. Düalite teneffüsündeki birlik yetmemeye başladı, bazılarının naif “birlikteyim” zannı da çatırdıyor. İçimizdeki düalitenin bir kutbunda birlik diğerinde düalite var. Ya da, maneviyat ve maddiyat, evren ve dünya, görev ve ödev, özgürlük ve sorumluluk, amaç ve araç kutuplulukları şeklinde de tezahür edebiliyor bu iç savaş.

Kesişen kümelerdi bunlar, ve ortalarındaki kesişim bölgesinde yaşıyorduk, ama artık birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Taraf seçmek zorundayız, ve bu hiç hoşumuza gitmiyor.

Bu yüzden, biraz öfkeli, biraz endişeli, biraz da üzgünüz. Kalpte, 5 duyuda, yaşam enerjisinde, maneviyatta sorunlar da yaşıyor bazılarımız. Kaslar geriliyor, küçük kazalar can acıtıyor. Çünkü zamanın geldiğini hissediyoruz. Elveda olmasa da, “görüşmek üzere” uzaklaşmamız gerekenler var.

Seçim yapmak hep zordur zaten. Akılla yapılanlar da, kalple yapılanlar da bir süre sonra bizi pişman edebilirler. Aradan yeterince zaman geçtikten sonra, öğrenmemiz gereken dersler için en doğru kararları vermiş olduğumuzu fark etsek de, sadece akılla yapılan seçimler, genellikle süreci de sıkıntıya sokar, sadece kalple yapılan seçimlerde, başta zorlansak da, süreç aslında keyiflidir. Akıl mutsuzluktan korunmaya, kalp sorgulamadan mutlu olacağını sandığı yola eğilim duyar. Keşke her zaman mümkün olsa, ve aklımız ve kalbimiz aynı seçeneği işaretleseler hep. O zaman süreç kötü gitse de, karar anında eldeki bilgiyle verilebilecek en iyi kararı vermiş olmanın vicdani huzuru bizi en azından rahtsız etmez.

Seçim yapacağız. Korksak da, endişelensek de, üzülsek de, neden karar vermek zorunda kaldığımıza öfkelensek de, risk almamız gerekiyor. İçimizdeki ikircikleri susturup, bu kararı korumak da gerekecek. Çünkü birlik ve düalite arasındaki kesişim kümesi gittikçe küçülecek, bir süre sonra ayrılacaklar, ve biz arada kalmayı seçersek, aslında hiç sevmediğim “bitaraf olan bertaraf olur” noktasına gelme riski de var.

Bu bir toplu oy kullanma zamanı, hepimiz hangi partiyi destekleyeceğimize karar vereceğiz. Neyi seçerseniz seçin, hepsi uygun, ama seçin. Düalitede kalanlar, dünyayı, illüzyonları, parayı, ya da konforu seçenler diğerlerinden daha değersiz değiller. Birliği seçenler, başlangıçta, kesişim kümesi hala mevcutken, biraz daha zor zaman geçirecekler, ama sonra sadece birliği seçenlerin olduğu bağımsız bir kümeleri olacak.

Daha zaman var, ama çok uzun bir zaman da değil. Şimdiden düşünün, akıl ve kalbi birleştirecek seçimler yapmaya çalışın, olmazsa, kalbinizi dinleyin. Hayatın anlamı sizce neyse, onu yapın… Ben yaptım, oldu…

 Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve Işık…



Bu metni referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…