28 Aralık 2011 Çarşamba

Ya korkağız, ya tembel, ya da ikisi birden…

Bu kısa bir yazı olacak. Çünkü bu bir hipotez, yeni dille önerme yazısı.

Hocalık döneminde birkaç bin öğrencim oldu. Danışanlarım değillerdi, çünkü sorunlarını dinlemeyi sevdiğim için yaptım, hiç ücret almadım. Yüzlerce farklı sorun, yüzlerce farklı görüş.

Bu dönemde sorunlarına baktım. Aslında çok kolay birkaç adımla çıkabilecekleri kapanlardaydılar. Ama yapamıyorlardı.

Bir sürü mazeret ileri sürüp, kendilerine sürekli yalan söylüyorlardı. Statüko çok cazipti, çünkü bildikleri sorunlar vardı sadece. Oysa güvenli hapishanelerinden dışarı adım atsalar, orada çözüm olasılıklarıyla birlikte, yeni ve bilmedikleri sorun olasılıkları da vardı. Mutlu olma ihtimalleri dışarıdaydı, ama orada mutsuzluk ihtimali de var diye, mutsuz oldukları yerde sabitlenmek istiyorlardı. Bir mucize ya da kurtarıcı bekliyorlardı.

Bu yüzden şikayet etmekle yetinip, inisiyatif almaktan kaçınıyorlardı.

Alternatif çözüm önerilerimi anlattığımda kollarını çapraz bir şekilde bağlayıp, donup kalıyor, duymalarına rağmen dinlemiyor, susuyorlardı. Blog yazılarıma gelen itirazlarda da benzer yaklaşımlar var…

O zamanlarda –patenti bana ait olan- bu hipotezi geliştirdim.

Bir insanın aslında sadece bir sorunu vardır. Ya korkaktır, ya tembel, ya da ikisi birden… Emin olun, başka hiçbir sorununuz yok…

Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut



Bu metni mümkünse linkiyle, referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…




Başarı mı, Mutluluk mu?

“İSTEDİĞİN ŞEYİ ELDE ETMEK, BAŞARIDIR. MUTLULUK, ELİNDE TUTTUĞUN ŞEYİ İSTEMEYE DEVAM ETMEKTİR.”



Önceleri siyasetçi olmam gerektiğini düşünmüştüm. İnsanlara somut faydalar sağlayabileceğimi düşünüyor, dünyadaki sorumluluğumun, bütün zorluklarına rağmen siyasi bir görev almak olduğunu sanıyordum. Elbette bir gün bu da olabilir. Ama insanın hayat amacını keşfedebilmesi için bazı şeyleri denemesi gerektiğine inandığımdan, çok genç yaşta devlette görevler aldım, oradan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde danışmanlığa geçtim.

        O dönem tanıştığım ve beraber çalıştığım insanları tenzih ederim, ama siyasetin nasıl yapılmaması gerektiğini çok çabuk öğrendim.

        Ve aslında bana ve yeteneklerime uygun bir yol olsa bile, bu haliyle hiç de sevmediğim ve istemediğim bir hayat yolu olduğunu gördüm.

        Babamla birlikte çalışmaya başladık. Güzel şeyler oldu, zor dönemler yaşandı. Ama genelde gayet iyiydi, büyük sorunlar yoktu. Orta ölçekli işlerimiz bize çoğunluğun gıpta ettiği bir hayatı yaşatabiliyordu.

        Toplumun benim için uygun gördüğü, “doğru” bir hayatım vardı. İyi okullar bitirmiş, hem de başarıyla bitirmiş, yine iyi okullardan mezun harika bir kadınla evli, toplum hayatında, derneklerde aktif olarak yer alan, ekonomik açıdan şanslı bir azınlığa mensup, şanslı bir adamdım.

        Ve bu şanslarımın faturasını, benim kadar şanslı olmayanlara hizmet ederek ödemek istiyordum. “Gereken” her şeyi yaparak…

        Sonra bir gün mutsuz olduğumu fark ettim. Öyle birden değil. Ama hayata ve ritmine, toplumsal zorunluluklara tahammülüm azaldığında, neden böyle olduğunu merak ettim. Öyle ya, “doğru” bir hayatım vardı.

        Modern dünyanın en büyük tuzağına düştüm. “Neyin eksik?” sorusuna cevap veremedim. Çünkü bu sorunun cevabının, maddi şeyler olduğunu düşünüyordum. Benim ve çocuklarımın hayatı garantideydi. Genç yaşta başarılı olmuştum. Karımla ve çocuklarımla hiçbir sorunum yoktu.

        “Tamam” dedim kendi kendime. “Hayatına biraz renk kat.” Beni neyin mutlu edeceğini düşündüm önce. Arabaları, teknolojiyi, interneti seviyordum. Biraz bunlarla oyalandım.

        Ondan sonra en çok sevdiğim sözlerden birini duydum.

        “İstediğin şeyi elde etmek mutluluk değildir. İSTEDİĞİN ŞEYİ ELDE ETMEK, BAŞARIDIR. MUTLULUK ELİNDE TUTTUĞUN ŞEYİ İSTEMEYE DEVAM ETMEKTİR.”

        Elimdekini istemeye devam ediyor muydum?

        İşimi, eşimi, evimi, arabamı, her şeyimi istemeye devam ediyor muydum?

        Bir şeyleri, yeni bir giysiyi, saati, tatili, yemeği, devam ettiğim dernek toplantılarını, oralarda aldığım görevleri, ya da bir hazzı, elde ettikten sonra istemeye devam ediyor muydum? Yoksa elde ettikten sonra büyüleri bitiyor muydu? O saatle denize girmeye başlıyor muydum, giysinin üzerine bir şeyler dökülünce üzülmüyor, arabam çizilince umursamamaya mı başlıyordum? Gittiğim tatilin eğlencesi, ya da yediğim yemeğin lezzeti, tatil ya da yemek bitince özlemediğim, aç gözümü yeni keyiflere diktiğim, anlamsız ve geçici, uçuşan sabun köpükleri miydi?

        Ne yazık ki, böyleydi.

        Bana öğretilmiş hayat tarzının bir kurbanı olarak, başarılıydım, hiçbir şeyim eksik değildi, ama mutsuzdum.

        Eşime aşıktım bir tek, ve hala öyle. Bir de çocuklarım tabii…

        Bunun dışında hayatımda olmazsa olmaz sandığım birçok şey, aslında beni mutlu etmiyordu. Ama insanlar çok eminlerdi. Bunların beni mutlu etmesi gerektiğini söylemişler ve söylüyorlardı. Medya, kitaplar, filmler bana hep sahip olmam gereken, sahip olduğumda mutlu olacağım yeni objeler, yeni hayat tarzları ittirirken, ben köşeye sıkışmıştım. Elimdekiler beni mutlu etmediğine, elimdekileri istemeye devam etmediğime göre, bende bir gariplik mi vardı? Aptal mıydım yoksa, ya da doyumsuz muydum?

        Bir gün kendime “dur” dedim.

        “Seni mutlu eden şeyleri hatırla bakalım. Sana ne kahkaha attırıyor, ne yaparken çocuksu bir neşe duyuyorsun içinde?” Cevabı çok zor buldum. Ya da yarın yine değişir belki, hala doğru olduğunu sandığım cevabı diyelim…

        Anlatmak. İnsanlara göremedikleri alternatif çözüm önerilerini göstermek. Seçeneklerini arttırmak. Umut vermek. Kendilerine ve hayatlarına düşünecek, düşündükten sonra değişim cesareti verecek şekilde kafalarını karıştırmak. Ezberlerini bozmak. Bireysel bakış açılarını zenginleştirmek. Vesaire, vesaire…

Bu tamamen kişisel, ve benim için geçerli bir tespit. Birimiz dans etmekten, diğerimiz seyahatten, bir diğeri yeni yemekler keşfetmekten, öbürü resim yapmaktan, öteki çiçek yetiştirmekten mutlu olabilir. Mesele, yaparken çocuksu bir neşe duyduğunuz şeyi bulmak, elinizde tuttuğunuzda istemeye devam edeceğiniz şeyi… Buna ulaşmak için yine çaba lazım, ama bu kez ulaştığınızda, elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, kalıcı, ve ruhunuzu da besleyen bir noktada olacaksınız.

        Lütfen başarıyı mutluluk sanmayın. Başarının verdiği haz anlıktır, oysa mutluluk bir süreçtir. Bugün bize başta medya olmak üzere, trendler ve tüketim alışkanlıkları, arzu nesneleri, ya da imajlar empoze ediliyor. Falanca yerde tatil, filanca marka çanta, otomobil, giysi, ya da saat, bizi mutlu edebilirmiş gibi. Öyle zannediyoruz, öyle zannetmemiz isteniyor. O yüzden biz de mutluymuş gibi yapıyoruz, eğleniyormuş gibi, neşeliymişiz gibi… Yılbaşı gecesi yapacağımız gibi…

        Bunlara ulaşabilenler, keyif alıyorlarsa bile, bu keyif kısa sürede bittiği için, bir sarmala düşüyorlar. Daha çok ve daha fazla tüketmek istiyorlar. Ama mutlu değiller, sadece istediklerine ulaşmış ve başarmış durumdalar.

        Bir de kuantum, nlp, hatta psikiyatri var. Bunlar mutsuzlukları aşmak için başarılı birer yardımcı. Ama bizi mutlu edemiyorlar. Eksiden alıp sıfır noktasına getiriyorlar, bu doğru. Ama tek amaçları “yine” başarılı olmamız, istediklerimize ulaşacak bir güç asgarisine yükselmemiz. Çünkü “normal” kabulü böyle. “Yine yarışa dönebilmemiz için bakım yapılan arızalı bir yarış aracı gibi” benzetmesi vardı, çok beğendim. Ama yarış şart mı? “Yarışa devam etmeyi istiyor muyuz?” diye sormuyorlar bize… Ya da bu kısıtlı pistte, ya da bu takımla, ya da bu coğrafyada?

        Mutluluğun tek kıstası elinizdekinin, bulunduğunuzun yerin, işinizin, eşinizin, size neşe vermeye devam etmesi. Neşeyle istemeye devam etmeniz… Neşe yoksa, mutlu değilsiniz.

        Bu karar verme döneminde, eğer seçenekler arasında kararsızsanız, neşenize sorun, neşeniz, neyi istemeye devam edeceğinizi, neyin sizi mutlu edeceğini bilir…



Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut



Bu metni mümkünse linkiyle, referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…


14 Aralık 2011 Çarşamba

Yola Işık Düşünce 14.12.2011

Araftayız. Ne orası, ne burası, boşlukta rüzgâr varmış gibi, sanki sallanıyoruz. “Ne o, ne o, hem o, hem o” prensibi çalışmıyor da, bizi taraf olmaya zorluyormuş gibi. Hem iki tarafta birden olmak istiyoruz, hem de bu artık çok yorucu olmaya başladı. Her seçimin bir vazgeçiş olması gerginliği, bugüne kadar “idare edebilirim anne” mümkünken, artık edemememiz, bizi zorluyor.

Aslında durum netleşiyor. Düalitede yaşıyoruz. Zıtlıklar, kutuplar, uçlar arasında, bir noktada olmayı biliyoruz. Taraflardan birine daha yakın, ya da çok az olsa da, tam ortada durmayı, siyah ve beyazın bize özgü gride karışmasını, ve aslında zıtlıkların birliğinde yaşadığımızı biliyoruz. En güzeli durduğumuz noktanın sabit olmaması, özgür seçim prensibi sayesinde,  iki kutup arasındaki noktamızı değiştirme konusunda Tanrı kadar özgürüz.

Ama şimdi durum biraz farklı. Düalitede kutuplar var, ama bu kez, düalite ve monizm iki kutuba dönüşmeye başladı. Karışık biraz, biliyorum. Önce monizmi açmak lazım. Evrenin düzeni birlik aslında. Ezoterizm başta olmak üzere, birçok felsefi ya da dini öğretide, evren bir ve bütün kabul ediliyor. Vahdet-i vücud ya da oneness, hepsi aynı açıklamayı yapıyor. Evren bütün ve her şey gibi biz de onun parçalarıyız. “Tanrı nedir” başlıklı yazımda, aslında Tanrı’nın bile biz olan parçalarından oluştuğunu düşündüğümü ifade etmiştim.

Bu birlik bilinci, birçoğumuzun aslında başaramadığı, ama başardığını sandığı, ya da başarmayı çok istediği bir aşama. “Hepimiz kardeşiz” derken, ama” filanca değil” dediğimiz anda birlik bilincinin dışına çıkıyoruz. Bırakalım insanları, bitkilere, hatta cansız varlıklara defansif değil, ama ofansif davrandığımızda, aslında, birliğe karşı oluyoruz. Yine de bütünün bir parçası olma fikri çok cazip ve aslında bunu can-ı gönülden istiyoruz.

Birlik bilincinde yaşamak çok zor. Çünkü dünya uygarlığı ve insan doğası erkek egemen değerlere sahip, ve mücadele etmek gerekiyor. Hint fakirleri gibi, tamamen pasifist bir hayat da zor. Bazı yeniçağcılar, çiçekler böcekler derken, aslında dünya üzerindeki görevleri boş veriyorlar. Oysa amaç sadece mutlu olmak değil, başkalarını da mutlu etmek.

Yine de içimizde yanan bir alev var, derinde biliyoruz ki, olması gereken birlik. Düalitede yaşamak zorunda olduğumuza hayıflanıp, teneffüs, ibadet, ya da meditasyon anlarında, eğer başarabilirsek, hissettiğimiz geçici birlik hissine şükran ve minnet duyuyoruz.

Ya da böyleydi. Şimdi değişti. Artık içimizdeki birlik ve düalite düşünceleri çatışmaya başladı. Düalite teneffüsündeki birlik yetmemeye başladı, bazılarının naif “birlikteyim” zannı da çatırdıyor. İçimizdeki düalitenin bir kutbunda birlik diğerinde düalite var. Ya da, maneviyat ve maddiyat, evren ve dünya, görev ve ödev, özgürlük ve sorumluluk, amaç ve araç kutuplulukları şeklinde de tezahür edebiliyor bu iç savaş.

Kesişen kümelerdi bunlar, ve ortalarındaki kesişim bölgesinde yaşıyorduk, ama artık birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Taraf seçmek zorundayız, ve bu hiç hoşumuza gitmiyor.

Bu yüzden, biraz öfkeli, biraz endişeli, biraz da üzgünüz. Kalpte, 5 duyuda, yaşam enerjisinde, maneviyatta sorunlar da yaşıyor bazılarımız. Kaslar geriliyor, küçük kazalar can acıtıyor. Çünkü zamanın geldiğini hissediyoruz. Elveda olmasa da, “görüşmek üzere” uzaklaşmamız gerekenler var.

Seçim yapmak hep zordur zaten. Akılla yapılanlar da, kalple yapılanlar da bir süre sonra bizi pişman edebilirler. Aradan yeterince zaman geçtikten sonra, öğrenmemiz gereken dersler için en doğru kararları vermiş olduğumuzu fark etsek de, sadece akılla yapılan seçimler, genellikle süreci de sıkıntıya sokar, sadece kalple yapılan seçimlerde, başta zorlansak da, süreç aslında keyiflidir. Akıl mutsuzluktan korunmaya, kalp sorgulamadan mutlu olacağını sandığı yola eğilim duyar. Keşke her zaman mümkün olsa, ve aklımız ve kalbimiz aynı seçeneği işaretleseler hep. O zaman süreç kötü gitse de, karar anında eldeki bilgiyle verilebilecek en iyi kararı vermiş olmanın vicdani huzuru bizi en azından rahtsız etmez.

Seçim yapacağız. Korksak da, endişelensek de, üzülsek de, neden karar vermek zorunda kaldığımıza öfkelensek de, risk almamız gerekiyor. İçimizdeki ikircikleri susturup, bu kararı korumak da gerekecek. Çünkü birlik ve düalite arasındaki kesişim kümesi gittikçe küçülecek, bir süre sonra ayrılacaklar, ve biz arada kalmayı seçersek, aslında hiç sevmediğim “bitaraf olan bertaraf olur” noktasına gelme riski de var.

Bu bir toplu oy kullanma zamanı, hepimiz hangi partiyi destekleyeceğimize karar vereceğiz. Neyi seçerseniz seçin, hepsi uygun, ama seçin. Düalitede kalanlar, dünyayı, illüzyonları, parayı, ya da konforu seçenler diğerlerinden daha değersiz değiller. Birliği seçenler, başlangıçta, kesişim kümesi hala mevcutken, biraz daha zor zaman geçirecekler, ama sonra sadece birliği seçenlerin olduğu bağımsız bir kümeleri olacak.

Daha zaman var, ama çok uzun bir zaman da değil. Şimdiden düşünün, akıl ve kalbi birleştirecek seçimler yapmaya çalışın, olmazsa, kalbinizi dinleyin. Hayatın anlamı sizce neyse, onu yapın… Ben yaptım, oldu…

 Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve Işık…



Bu metni referans ya da kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

17 Kasım 2011 Perşembe

YOLA IŞIK DÜŞÜNCE 17.11.2011

Kavramaya ve fark etmeye başlıyoruz, sorguluyoruz. Eskiden bize saçma gelen şeyler, “olmaz, olamaz” dediklerimiz artık mümkün, eskiden en doğru sandıklarımız ise tartışılabilir geliyor. Bildiğimiz alanın dışına çıkmıştık zaten, yeni bir alanda, yeni olasılıklarla karşılaşmıştık. Eski hayat bilgisi derslerimizden öğrendiklerimiz, bu yeni zamanda çok da işimize yaramıyordu. Şimdi fark etmeye başlıyoruz. Gurbete gidenlerin, ev saydıkları kültüre dışarıdan bakabilmeleri gibi, bizde eski bize, sorgulamayla bakıyoruz.

Eleştiriden çok bir fark ediş bu. Masallardaki gibi, aslında sadece bir arpa boyu yol kat ettiğimizi görmek gibi. Şok etmiyor, geçmişe ya da kendimize kızgın değiliz, ama artık başka açılarımız ve perspektiflerimiz oluşuyor. “Gerçekten böyle mi düşünüyordum, böyle mi hissediyordum, yoksa yanlış mı hatırlıyorum?”a kadar gidebilen bir sorgulama. Özeleştiri dozu az, çünkü artık daha geniş açılardan daha derin perspektiflere bakıyoruz. Açılar ve perspektifler yabancı, o yüzden gözlerimiz henüz buğulu görüyor, ama yine de kavramaya başlıyoruz.

Aslında o kadar da aşmamışız kendimizi, aslında her şeyi bilmiyormuşuz, aslında o kadar güçlü, ya da o kadar sakin değilmişiz, aslında bilinçaltımızda dolaşan aysbergler varmış, aslında bildiğimiz gibi değilmiş. Ama diğer taraftan, önemli sandığımız bir sürü şey, insan ya da alışkanlık da o kadar değerli değilmiş, vazgeçilebilirmiş, aşılabilirmiş.

Kendimizi bilme yolculuğunda, daha derine bakıyoruz artık. Gördüklerimiz ilginç, ama korkunç değil. Bu yüzden değişimden, ki bu daha çok bir dönüşüm, ve dönüşümden korkmamak lazım.

Biz bu sorgulama ve fark etme çabasındayken, birer birer insanların ve toplumun etki ya da tepkileri anlamsızlaşmaya başlıyor. Ait olduğumuz grup ya da çevreler, ya da iç ve dış çemberlerdeki insanların hakkımızda ne düşünecekleri, neler diyecekleri, ya da neler yapabilecekleri eskisi kadar bağlamıyor elimizi ve dilimizi. Artık çok da umurumuzda değil. Bizi izlemeleri, takip etmeleri, açık kollamaları, hatta tuzak kurmaları bile bağlamıyor. Yeni bizi biz bilmiyoruz ki, onlar anlayabilsin. Bu yüzden, toplamada sıfır, çarpmada bir olan etkisiz elemanlar gibiler. Bir yararları var ama, kimyadaki katalizörler gibi, dönüşüm sürecini güçlendiriyor ve hızlandırıyorlar.

Bu derin sorgulama, bizi sosyal iletişime itiyor. Kendimize odaklanmak pek de alışık olmadığımız bir şey, ve oldukça yorucu. Bu yüzden iletişim, paylaşma, ve insanlarda dinlenme çabamız var. Başkalarına anlatasımız var. Dinlemek istemiyoruz, ama konuşasımız var.

Bir de gecikmeler oluyor. Beklenen şarkı, bitmeyen şarkı gibi oldu. Sürekli gecikiyor beklediklerimiz. Bir şeyler oluyor, oluveriyor, ve havuç uzaklaşıyor yine. Bu da biraz canımızı sıkıyor…

Aslında değişim daha önce başlamış olmasına rağmen, 11.11.11’de ben de çalışma yaptım, ama esas dönüşüm tarihi daha sonra. 20.11.2011 de önemli ama o da değil. Bu ayın sonlarından itibaren, bu süreçte netleşme olacak. Beklediklerimiz müspet ya da menfi sonuca ulaşacak. Ve ne yazık ki, ancak ondan sonra anlayabileceğiz birçok şeyi. Ancak o zaman, yeni alanda özgürleşecek, yeni açılara alışacak, yeni perspektifleri sevmeye başlayacak, ve net görmeye başlayabileceğiz. Geçen senelerde de oldu, düğün gecesi, Şeb-i Aruz’da, 17 Aralık’ta…

Acele etmeyelim. Sık söylüyorum, ama sabırsız adam iki kere bekler. Bu süreci kendimizi, yeni bakış ve görüşlerimizi, yeni analiz ve sentezlerimizi tanımaya ayıralım. Ama bu süreçte, istediklerimize çok dikkat edelim. Çünkü daha önceki yazıda bahsettim, artık düşüncelerimizin gerçekleşme katsayılarında bir artış var, ve kutsal metinlerdeki “düşüncelerinizden de sorumlusunuz” ifadeleri artık daha da geçerli.  Öfke, endişe, üzüntü normal, ama bunlara esir olmak, aslında değiştirilmeleri için çok uygun bir iklimdeyken, hayatımızdaki engelleri aşmamızı engelleyebilir. Kendimizi izliyoruz ya, bu program interaktif, ve kolay olmasa da, kendiniz, sevdikleriniz, bütün insanlar ve insanlık için “iyi” şeyler istemeye devam edin…

Neşeniz, bilir…
Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut
Bu metni her zaman olduğu gibi, kaynak göstererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Ey dünyanın ışık işçileri, zenginleşin!

Kim daha zengin demiş filozof, en çok şeyi olan mı, en az şeye ihtiyacı olan mı? Bence sorun “daha zengin” kavramının içine saklanmış durumda.

Aviator filmiyle tanınan, Howard Hughes, o zaman sık kullanılan tanımla egzantrik milyoner, verdiği çok az sayıda röportajdan birinde insan doğasının doyumsuzluğunu açıklamış. “Uçaklarınız, uçak fabrikalarınız, gemileriniz, tersaneleriniz, rafinerileriniz, atlarınız, dünyanın her yerinde büyük evleriniz var. Bir insanın sahip olabileceği her şeye sahipsiniz. Ne için hala çok çalışıyorsunuz?” sorusuna, “Her şeyden biraz daha” cevabını vermiş.

Halbuki, diğer taraftan hepimizin içinde ”Ferrari’sini satan bilge” olma arzusu da var. “Çekileyim bir kasabaya, köye, doğa ve ben, ekmek evden, su çeşmeden, huzura ve sükunete kaçayım” diyenler, aslında içinde bulunduklarının gönüllü bir hapishane olduğunun da farkındalar. Ama olmuyor bir türlü, erteleniyor sürekli olarak, daha uygun şartlar ve zamanlar umuluyor, emeklilik bekleniyor, öyle hayatlara geçenlere gıptayla bakılıp, resimlerine iç geçiriliyor. Yine de içten içe, “evet cesur ve yapmış, ama şartlar değişirse, aç kalacak haberi yok” düşüncesi hemen gönüllü hapishaneyi dayanılır hale getiriyor.

Sorun gelecek endişesinde… Stok mantığında… Sigorta ve emeklilik primlerinde…. Faiziyle geçinilebilecek parayı bankaya koymakta filan… Son ekonomik kriz bile uyandıramadı insanları… Yıllarını harcadıkları birikimler uçup gidiverdi, ve geriye sadece aynadaki yüz kaldı… Eskilerin “kefen parası” birikiminin mantığı sağlam aslında, sadece o kadar birikim yeterli,  çünkü cıvıl cıvıl öten bir kuşun, ya da mastika ve şakşukayla dans eden romanların neşelerinde, yarın endişesi yok.

“Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” denir tasavvufta. Ya da “şeriatte bu senindir, bu benim, tarikatte hem senindir hem benim, hakikatte ne senindir ne benim”.  “Bir lokma, bir hırka”, hatta “azıcık aşım, kaygısız başım” bile var.

Doğu bize azı öğretiyor, yetinmeyi, şükretmeyi, rıza ve teslimiyeti. Örgütlü dinler, lüks ve israftan kaçınmayı, infak da denen, paylaşmayı, oruç ve özveriyi öneriyor. Batı uygarlığı materyalist bakış açısıyla, biriktirmeye odaklanmış, özellikle Protestan ahlakı, Calvinism gibi akımlar, nesiller boyu tasarrufla sermaye birikimini teşvik etmişler. Arınmanın temel yolunun dünya nimetlerinden vazgeçmekle mümkün olduğunda büyük bir mutabakat var.

Buraya kadar yeni bir şey yok. Ama kişisel hikayemden yola çıkarak, artık durumun farklı olabileceğini düşünüyorum.

Şanslı doğdum ben. Gelecek endişem pek olmadı. Ama yazının başında bahsettiğim “daha zengin” meselesi küçük yaşlarımda zihnimi meşgul etti. Hep, daha çok siyaset yoluyla, benim kadar şanslı olmayanlara hizmet etme güdüsüyle yetiştirildim, ama bunun için, doğru bildiklerimi her zaman savunabilmek ve kimseye minnet duymamak için, “daha zengin” olmam gerekiyordu. Bu yüzden hayallerimde büyük holdingler filan vardı. Aile işine başladıktan sonra da bu değişmedi.

Ama bir gün mutsuz olduğumu fark ettim. Biraz erkence bir yaşta, “ben bu dünyaya zengin olmak için mi geldim, hayat amacım bu mu, bu bana yetecek mi, ölürken gülebilecek miyim” gibi sorular sordum kendime… Zor ve sancılı bir süreç oldu. Geldiğim noktada son derece kesin ve keskin bir seçim vardı, dünyada en çok sevdiğim ve kendimi borçlu hissettiğim tek insan olan eşim de destekledi, ve ticari hayattan çekildim.  Anlatmak istiyordum ve anlattım. Bir anda popüler oldum ve eğitimlerden kazandığım parayla aileme bakabildim.

İyi bir hoca oldum, ve iyi de kazandım. Ama kritik nokta şu ki, hocalıktan kazanılan paranın sadece ihtiyaçları karşılamak için alınabileceği, buradan kazanılan paranın biriktirilip, bir servete dönüşmesinin gayrı ahlaki olduğu prensibine inanıyordum ve hala inanıyorum. İhtiyaç tanımı rölatif, farklı yaşam standartları farklı ihtiyaç düzeyleri getirebilir. Ama mesela ben, yılda şu kadar yurt dışı tatil, ayda şu kadar dışarıda yemek filan gibi şartlanmaların, nasıl bir illüzyon olduğunu fark ettim. Ve fakat, iyi içkileri yine seviyordum.

Sonra bir gün babam rahatsızlandı. Ve mecburen, aile işlerini yeniden devraldım. Yine bugün de inandığım bir başka prensip yüzünden, bir insanın hem ticaret, hem manevi rehberlikten gelir sağlamasının uygun olmadığını düşünerek, eğitimlerden ücret almamaya başladım. Başta gelirim biraz azaldı. Sonra ticari hayatı farklı sürdürdüğümü fark ettim. Üslubum, Tanrı’ya inancım, insan ilişkilerim farklıydı, ve bu aile işine bereket getirmişti. Her şey hep daha iyi gidiyordu.

Sonra bir ders daha aldım. Benim ve diğer hocalarımızın ücret almadan eğitim verdiğimiz derneğimize, ücretle eğitim verenlerin şikayeti üzerine, büyük vergi cezaları tahakkuk ettirildi. Yönetim kurulundaki arkadaşlarım bu cezaları ödeyebilecek durumda değillerdi ve ben üstlendim. Ücret almadan verdiğim eğitimler, harcadığım emek ve zaman, başkalarına hizmet ederken özveri sandığım verişler, kâinatın denge sisteminde pek de hoş karşılanmamıştı.

Yeniden düşündüm.  Ender Saraç, küçük bir dost sohbetinde demişti ki, “gidin zengin olun, paranın iyi insanlarda olma zamanı geldi.” O zaman biraz yadırgamıştım. İhtiyaçlarımı karşılamanın, bence çok güzel bir tanımla, bolluğun ”ihtiyaçlardan biraz fazlasına sahip olmak” olduğuna inanmanın yeterli olduğunu düşünüyordum çünkü.

Oysa zaman değişti. Değişmiş. Zaten hepimiz de farkındayız, dünyevi ve materyal seçenek ve sorumluluklarımız artıyor. Bu yüzden, şimdi, elbette manevi yanlarımızı ihmal etmeden, bugüne kadarki kazanımlarımızı koruyarak, daha çok kazanmak için harekete geçmeliyiz. Bir gün Steve Rother  Louise Hay’in arabasını görünce çok pahalı olup olmadığını sormuş, o da, “Çok pahalı Steve” demiş ve eklemiş, “ama ben buna değerim.”

Zaten yeni seçenekler hazır ve bizi bekliyor. Maaşlı ya da küçük gelirli işlerden girişimciliğe geçiş, yeni yatırım projeleri, ya da bütçemize biraz bol gelen, ama gerçekleşeceğini bildiğimiz hayaller zihnimizi eskiye göre çok daha sık ziyaret ediyorlar.

Bir lokma bir hırka bize yetebilir, ama gelecek günlerde, lokma ve hırkası olmayanlara destek verebilmek için bile olsa, yeni bir motto lazım bize artık.

Ey dünyanın ışık işçileri, zenginleşin!



Neşeniz, bilir…

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…

Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut

11 Eylül 2011 Pazar

Yola Işık Düşünce 11.Eylül.2011

Uyum sağlamaya çalışıyoruz. Zor oluyor, yoruluyoruz, kalbimizin, nefesimizin, uykumuzun ritmi bozuk, ama yıkılmadık, ayaktayız.

Değişimin sonlarındayız. Daha önce başlangıcın sonu demiştim. Dalga bizi bize rağmen, yıpratarak değiştiriyor, ve sahile atmak üzere demiştim. Sahildeyiz artık. Robinson Crusoe, ya da meşrebinize göre Lost olduk…

Eski hayatımızın bilgileri hala bizimle… Ama alışık olduğumuz kolaylıklar yok. İnsanlar, beslendiğimiz kaynaklar, oyunlar, lezzetler, meşgaleler, hatta alışkanlıklar eski dünyamızda kaldı. Bilmediğimiz yeni bir an ve alandayız. Bilim tamam, ama teknoloji yok. Tıpkı Crusoe, ya da Lost’takiler gibi, eski bilgimizi kullanarak bu yoksunluklar ülkesinde, konforlu olmasa da, en azından konforlara ulaşana kadar, asgari bir yaşam standardını kurmaya çalışıyoruz.

Ama çok ilginç, karamsarlık, iç kararması, endişe filan yok. Hatta yaşananlardan sağ salim kurtulduğumuz için, şükran olmasa da, bir minnet hissimiz bile var. Yine ilginç, her şeyin çok daha iyi olacağına dair bir inanç da var içimizde. Bu basit bir ümit değil, neden sağlam olduğunu bile bilmediğimiz, güçlü bir inanç… Neyimize güvendiğimizi bilmiyoruz, şartlar güvenilecek gibi değil, ama içimizde bir endişe yok.

Oysa çok şey değişti ve değişiyor. Yılbaşından beri anlatmaya çalışıyorum, onsuz olamam dediğimiz birçok alışkanlıklar gitti, onsuz yapamam dediğimiz insanlar hayatlarımızdan çıktı, hep azaldığımızı, eksildiğimizi sandık, ama bugün eskiye göre daha ıssız olmamıza rağmen, çok da zararda değiliz gibi. Aslında, mükemmel, yeni bir şey ekleyemeyeceğimiz bir kalabalık değil, hiçbir şey eksiltemeyeceğimiz bir sadelikmiş…

Yine de aksayan bir şeyler var. Yeni ortamı tanımadığımız için, büyüdüğünü fark edemeyen ergenler gibi, sağımızı solumuzu, ayağımızı kolumuzu, bir yerlere çarpıp duruyoruz. Kalp, nefes ve uyku aksama halinde. Yeni hayatın bioritmini yakalayamadık. Hani bir seyahatte yerliler birden oturmuş, “ruhlarımız arkada kaldı, onları bekliyoruz” demişler ya, ruhumuz ve bedenimiz sahile ulaştı, ama aklımız hala eskide. Hem hayatımızdan çıkıveren alışkanlıkları özlüyoruz, çünkü biz bu aklımızla onaylamadan, veda edemeden gittiler, hem de daha da eskide bıraktıklarımızı ”onların boşluğunu doldururlar mı acaba” kolaycılığıyla, yeniden değerlendirmeye alıyoruz…  İnsanlar, gruplar, alışkanlıklar, uzak geçmişten bizi çağırıyorlar. Değişmiş, büyümüş, akıllanmış çocuklar, yeni an ve alanda, teknolojisiz kalınca çok eski oyuncaklarından medet umuyorlar. Derin içimizde, bunun derdimize derman olmayacağını bilsek de, "eskiden kalan bir şeylere tutunsak, acaba bu yeni hayatımıza daha sağlam başlayabilir miyiz" diye düşünüyoruz.

Kolaycılık yok. Yeni bir biz, yeni bir an ve alan var. Yakın ve uzak geçmişe saygı duyup, yaşanmışlıkları aklımızdan uğurlayıp, yeni günü ve şehri bir an önce keşfetmeliyiz. Gemileri biz yakmadık, ama yandılar. Yas tutmak sadece zaman kaybı. Eski hatıralar uyuşturucu. Oysa ilerlemek, hatta koşmak mümkün, ve yapmamız gereken de bu.

Yeni an ve alan, fırsat, bolluk ve bereket dolu. İhtiyacımız olan tek şey, şimdi ve burada olduğumuzu fark etmek. Eskide ve eski evimizde değiliz, konforsuzuz, bildiğimiz oyunlardan uzağız. Ama şimdi ve burada, yeni bir biz, yeni bir hayat, yeni fırsatlar var. Özellikle, bundan önce dilediğimiz, fakat, rutinin bizi sınırlaması yüzünden imkansız sandığımız, gizli niyetlerimizi gerçekleştirebilmek için uygun bir an ve alandayız.

Şimdi sadece yeni toprağımıza değil, ufka ve gökyüzüne bakma zamanı. Yorgun başımızı kaldırıp, ileriye bakıp, son safralardan da kurtulmalıyız. Kendi taşlarımızdan, arzu ettiğimiz formları yaratabilecek heykeltıraşlar olarak, Rodin’in bir taş parçasından mükemmel heykellerini nasıl yaptığını soranlara verdiği cevap rehberimiz olmalı: “sadece fazlalıkları atıyorum.”

Lost benzetmesi çok uygun aslında, burada mucizeler çok yaygın, ama elbette şifreleri çözebilmek için biraz çaba gerekiyor…

Neşeniz, bilir… Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır… Maksat Bir, rivayet muhtelif… Sevgi ve Işık… Yarın 15’ine basacak olan ve bir numaralı hayranı olduğum kızıma özel sevgilerimle… KOrkut






6 Eylül 2011 Salı

Her an iki bayram arasındadır

Tatil bitti, bloga devam.  Bayram yorgunuyuz, bayram konuşmak istedim…

Bir keresinde Mısır’da, diğerinde Fas’ta olmak üzere, iki kez dini bayramlarda Türkiye dışında İslam ülkelerinde bulundum.  Ve bizden ne kadar farklı ve ne kadar benzer olduklarını gördüm. “Eid mübarek” derken gözlerinden çıkan enerji bizim bayram kutlamalarımızdan oldukça farklıydı. Neşe yerine ciddiyet, sıcaklık yerine saygı, kutlama yerine ibadet vardı.

Aslında bayramlarda ikisi bir arada olmalı, hem manevi bir iklim, hem de maddi bir doyum. Ne o, ne o, hem o, hem oJ.

Nerede o eski bayramlar diyenler için, aslında bayramın anlamını biraz sorgulamak lazım. Her dinin, her kültürün, her coğrafyanın ve her zaman diliminin bayramları var. Amaç basit aslında, uzun süren fedakarlık, çalışma, mücadele döneminden sonra, bu zor dönemin ödülü olarak ve bir sonraki zor döneme moral olsun diye, insanlar deşarj, ya da şarj oluyorlar. Derslerden sonraki teneffüsler gibi:)…

Eski Sümer ve Mısır’da başlayan, Hitit, Yunan ve Roma uygarlıklarında devam eden, yazının bulunmasından beridir takip ettiğimiz bir gelenek bu. Yıl boyunca süren oruç, uzun süreli bir iftarla kutlanıyor. Her şey bol, abartılı ve coşkulu. Bayram anlamına gelen festa, festival sözcüğünü doğurmuş. Bizdeki kurban bayramı gibi çok et yeniyorsa carne-vale oluyor adı… Rio Karnavalı’nda et sözcüğü mecazi anlamında kabul ediliyorJ

Şaka bir yana, aslında bir şükran töreni. Ritüelik olarak Tanrı’ya- ya da tanrılara teşekkür ediliyor. Mesela, eski toplumlarda sıkça görülen Tanrı’ya-ya da tanrılara gelecekte felaketlerden korunmak için önceden ödeme yapılan canlı kurban etme gibi törenler bayram değil.

Dini açıdan bir sükunet dönemi, mesela İslam’da savaşılmayan 3 aylar gibi, demokrasiyle yönetilmeyen halkı sakin ve huzurlu tutmak için güzel bir araç. Bayramlarda ve festivallerde bu zirveye ulaşıyor. Bu yüzden bütün devletler, halkın gazını almak için bayramları ciddiye alıyor, hatta bayram icat ediyorlar. Bugün resmi tatil dediğimiz kutlamalar, milliyetçiliğin beslenmesi gibi, devletin işine gelen bir dayanışma ruhunu yarattığı için vazgeçilmez. Ama o günlerin tatil olması, vatandaşların o gün devletlerine şükran duyacak tatiller, kutlamalar yapması da bunun bir parçası.

Bayramlar bütün dini ritüeller gibi ciddi bir ekonomik aktivite yaratıyor. Tarihe baktığımızda, hele hele mevcut dinde mabet-rahip düzeni varsa, bayram kutlamaları için inşa edilen alanlar ya da bayramlarda buralarda sunulan hediyeler bazen ülkedeki en büyük ekonomik aktivite oluyor. Bayramlarda yapılan harcamalar, insanların birbirlerine, komşularına, yoksunlara ve çocuklara hediyeler yoluyla aktardıkları kaynaklar tüketimi patlatıyor. Toplum zenginleştikçe, yeni tüketim bayramları gerekiyor. Anneler-babalar günleri, 14 Şubat’lar, mesela Amerika’daki season, ülke ekonomisine ciddi katkılar yapmaya başlıyor.

Eski bayramlar şöyleydi, böyleydi argümanları binlerce yıldır yapılıyor. Çünkü insanların kutlamalar sırasında tüketebilecekleri şeyler değişiyor. Yeni tüketim alışkanlıkları, yeni abartılar, yeni coşkular yaratıyor. Ama kutlama duygusu değişmiyor. Şükran, minnet, takdir duyguları ise, her nesilde, her kültürde azalıyor. Bayramın nedeninden ve amacından çok, nasılı ve eğlencesi ön plana çıkıyor.

Bayramın doğası gereği, harcamak ve tüketmek son derece normal.  Zaten amaç da bu. Bu yüzden cömert olmak lazım. Kavgada yumruk aranmaz deyip, hesabı kitabı bir yana bırakıp, kısıtlı günlerde  bol bol tüketin, hediyeler verin, bolluk ve bereketi hem doyasıya yaşayın, hem yaşatın. Bu insanın doğasındaki gelecek endişesini birkaç günlüğüne de olsa aşmasını sağlar, ve son derece yararlı…

Ama işin manevi yönünü asla unutmamak lazım. İnancınız olmasa bile, ne çok şeyiniz olduğunu hatırlamak size iyi gelecektir. Eğer inançlıysanız, o zaman sadece verdikleri için değil, esirgedikleri için de o Ulu makama şükran borcunuzu hatırlayın. O’nun buna ihtiyacı olduğu için değil, sizin buna ihtiyacınız olduğu için…

Yazıyı, çiftliğimizdeki bağbozumu sırasında yazdım. Sonra Dionysos’u ve onun bağbozumu şenlikleri sırasında yaşananları düşündüm. Neyse, kafam karışmasın, her şey yerinde ve zamanında güzel…


Neşeniz, bilir… Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır…Maksat Bir, rivayet muhtelif…

Sevgi ve ışık…

Korkut

26 Ağustos 2011 Cuma

Kadir gecesi ve bütün özel günler…

Küçük yaşlardan beri ben hep sorguladım, nasılları öğrendim, ama nedenleri de merak ettim hep. Bayramlar neşeliydi, yılbaşları soğuk. Hıdrellez’lerde çok heyecanlanırdım nedense, ama en çok doğum günlerimi severdim.
Sonra çok daha çok şey bildiğimde, 21 Mart’ın yeri ayrı olmakla birlikte, dönenceler ve gündönümleri hepsinin önüne geçti. Hayatın genel akışının değiştiği zamanlarda, ben de kendi hayatımı değiştirmeye çalıştım.
Hocalık zamanında, öğrencilerin en çok sorduğu şeyler böyle özel günlerde ne yapılması gerektiğiydi. Bir de meşhur tarihler var yeni çağcılar için. Birbirini tekrarlayan sayılardan oluşan tarihler başta olmak üzere, çeşitli günlerde özel ritüellerin yapılması öneriliyor.
Benim rasyonel aklım güneş takviminden yana olduğu için, ay takvimiyle ilgili özel günler çok önemli değil bence. Elbette dolunay ve yeni ay önemli, mesela  bu ayın 29’undaki yeni ay bence çok önemli. Ama güneş takvimi yılı içinde, ay takvimine uyduğu için sürekli değişen tarihler benim çok aklıma yatmıyor. Sanki zamanda başıboş olmasa da geziniyorlar gibi, ya da her sene bekledikleri tarihten önce gelen misafirler gibiler. Bu arada güneş takvimini ay takvimiyle birleştiren özel günler de var Wesak gibi, onlar için bile bence aynı şey geçerli.
Kadir gecesinin hangi gece olduğu konusunda bir mutabakat yok. Farklı ülke ve topluluklarda farklı tarihlerde kutlanabiliyor. Yani bırakalım yıl içinde gezinmesini, hangi gece olduğu bile çok belli değil.
Küçükken Ramazan’larda sadece Kadir günü oruç tutardım, ailemde kimse oruç tutmamasına rağmen, o gün benim için büyük bir sofra kurulurdu. Akşam uzay orduları başkomutanı olmayı içeren bencil dualarımı ederdim. Sonra olmadığını görünce, vaz geçtim:)

Şimdi farklı düşünüyorum.

Bu tarihler, ve saatler, yani bir grup insanın önem atfettiği, değerli bulduğu, belli bir amaç için birlikte, ya da aynı anlarda, benzer kurallara uyarak, meditasyon, zikir, ya da çalışma yapıp, dua ettiği zaman dilimleri bence önemli. Burada tamamen bireysel bir tercih söz konusu. Herkes kendi neşesinin bileceği tarihleri kendi seçebilir. Ama o zaman diliminde, ortak irade ve ortak niyetle yapılan konsantrasyonların, bireysel ve yalnız başına yapılan çalışmalardan daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
Bu yüzden, mesela bu gece benim yapacağım gibi, siz de kendi önemli bulduğunuz toplu çalışma günlerinde, amaca uygun ritüelleri yerine getirip, sonra kendiniz, aileniz, ülkeniz, dünya, insanlar ve insanlık için iyi dileklerde bulunabilirsiniz. Günün ya da gecenin mana ve ehemmiyetine uygun olarak, en sonunda, muhakkak diğerlerinin dualarının gerçekleşmesi için de niyetinizi kainata, büyük ortak iradeye beyan etmeniz çok önemli. Benim küçük bir hilem var bu konuda, diyorum ki, “benim dualarımı engellemeyecek bütün duaların gerçekleşmesini diliyorum.”J
Neşeniz, bilir. Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır. Maksat Bir, rivayet muhtelif.  Sevgi ve ışık…
Bu yazıyı linkini vererek her yerde ve herkesle paylaşabilirsiniz…

25 Ağustos 2011 Perşembe

Bunu gerçekten tahmin etmiyordum:)))

İlk 24 saatte 140 kez okundu sayfam:) İnsana garip bir hırs geliyor:) Daha çok, daha çok filan diye.

Sanırım bundan sonra Yola Işık Düşünce'ler hep bu blogda yayınlanacak. Ayrıca yorumlar yerine korkutkeskiner@gmail.com adresine sorular gönderirseniz onları da, soranın adını kendime saklayarak yanıtlamaya çalışacağım.

İlginize teşekkür ederim...

Neşeniz, bilir.
Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.
Maksat Bir, rivayet muhtelif...
Sevgi ve ışık...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Zaman geçicidir:)

Kimbilir kaç kez yeniden doğurdum kendimi… Ama hep ben öldürdüm eski benleri. Mazlum da olmadım, zalim de. Akrebim ya, Phoenix gibi kendi küllerimden yeniden doğabileceğimi bilmenin konforuyla, çok kolay gemi yaktım yeni sahillerde.

Bazen tetikleyici deneyimler oldu bunu başlatan, bazen neden yaptığımı bile bilmeden uçurumdan atladım. Uçurumdan atlamadan uçabildiğini bilemez insan. Ben hep uçabildim. Farklı kanatlarla, farklı yüksekliklerde, ama hep daha geniş ufuklara doğru.

Son 10 yıldır öğrencilerimi yetiştirdim. Aralarında hoca olanlar da oldu. Sonra birden bir şeyler oldu, ve ben öğrencilerimle yaptığım, alışık olduğum, bana hayatta bir anlamım olduğunu hissettiren alışverişi kestim. Yine mecbur değildim, ama zaten bir süredir beni çok beslemiyordu bu etkileşim. Ani ve beklenmeyen bir duruş oldu bu. Birden durmak zor, fiziğin kuralları gereği, siz dursanız da, içinizin, organlardan atomlara kadar parçalarınızın hareketsizleşmesi vakit alıyor biraz.

Ama zaman geçicidir… Öyle deseler de, sadece şimdi ve şu an yok. Sonsuz sayıda şimdi iç içe olarak hep aynı anın içindeler. Biz zamanın köleleri değil, efendileri olduğumuzu anlayana kadar, dünün, yarının ve aslında şimdinin kurbanı sanıyoruz kendimizi.

“Şimdi” buradayım. Bakalım neler olacakJ?

Neşeniz, bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat Bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık…